puantiyeli / belki de pembe çiçekli çorba


öğlen vakti...


karnımızı doyurmaktan çok
gönlümüzü eğlendirmek istedik
girdik bir lokantaya


at kestanesi ağacının çiçekleri
karıştı çorbamıza
sanki tuz, karabiber gibi
istesen olmaz!

herkes beyaz çiçekli ağacın altına oturmuş
bi biz
ikimiz…
pembenin altında


rüzgar esince başlıyor
çiçek kaç, saç tut oyunu

o vakit
zülüfler toz pembe
koynum çingene


çiçek bu
ne yapacağı belli olur mu hiç
gitmiş saklanmamış mı tam kulağımın içine
nerden gördün sen onu
usulca aldın
attın ağzına
sanki kirazdan küpelerimi yer gibi


dilinin balı rüzgar oldu
birden gök gürledi
sarıldın bana

toprak rengi gözlerimle
alkım renkli gözlerine baktım
üç tane beyaz çiçek, kuş gibi yerleşmişti başına
gözlerimle okşadım onları
sen bilmedin

durdun baktın bana
" zeytinli evi çok sevdim
istediğin vakit gidelim" dedin 


seslenmedim
sadece gülümsedim
"ben
günlerce
gecelere
senle
gittim ki
o eve"
demedim

çiçekli çorbamdan bir kaşık alırken mırıldandım
ne zaman?

bi başımı kaldırdım ki
ne göreyim
uçup gitmemiş mi saçlarından çiçekler

peki ya zeytinli ev...

"ben duruyor muyum zihninde"
diyemedim


derken yağmur başladı
zengin kalkışı yaptın
sözlerin hepsi dilimde kaldı
yanağıma kuru bi öpücük kondurdun
ardını döndün
yürüdün
gittin

"dönüp ardını bana gitme"
diyemedim
açtım puantiyeli şemsiyemi
atladım bisikletime 
işe yollandım
bu şarkıyı söyleyerek...


duydun mu canımıniçi?

Fotoğraf: Özgür Çakır

bir şarkı, bir düş ve bir yer arasında...




ruhumdaki morartılara baktım az evvel
seninle yaşayamadıklarımızın hepsi
mürdüm lekesidir bende
bilesin!

ruh acısına
en iyi düş kurmak gelir dedim ben de kendi kendime
moru, pembe yapmaya karar verdim

diyorum ki...
açalım önümüze bir harita
sonra sımsıkı yumalım gözümüzü
ooooo piti piti karamela sepetini söyleyelim
başparmağımız yol göstersin bize
gideceğimiz yeri belirleyelim


ha bu arada
haritadaki her yer
neresi mi?
görmek için tık tık


aslında ben ne istiyorum biliyor musun?
üstü açık bir arabaymışız
Audrey Hepburn gibiyim ben
öylesin de ya
düş bu!


işte arabadayız
daracık, patika yollardan gidiyoruz
sen dünyanın en yakışıklı sessiz adamı
dikkatle yola bakıyorsun
ağaçlar Artur'un şövalyelerinin kılıcı gibi gölgelik yapsın bize
ben şarkı söylüyorum
sen hiç radyoyu açmıyorsun
sesin çok güzel aşkım diyorsun
gülümsüyorsun hep
rüzgar dans ediyor saçlarımda
şifon elbisem kuş olmuş uçuyo
pişt!
sen yola bak, bacaklarıma değil!
varacağımız yere çok var daha...

o da ne
durduruyosun arabayı
gözlerine bakıyorum
ilk kez bana öyle bakma demiyorsun
sahi ben seni en son ne zaman öpmüştüm diyosun...


ah be adam!
ah...
o şarkıyı söylüyorum işte
duyar mısın ki?


"sevipte söyleyemediğim şarkılar var
bir dizesini asla hatırlayamadığım şiirler
keşke, keşke o ben olsaydım dediğim hikaye kadınları
düşlerim var...
uyandığımda yalnızca başını hatırladığım
ve asla sonuna kadar görmeyi beceremediğim
bir adam var düşümde, tam dokunacakken uyandırıldığım
bir adam, sonumuzun ne olacağını hiç öğrenemediğim
..
."

budala



çilek toplamak zor iş

neden mi?

çilek aşka benziyor çünkü
bazısı
şeker gibi, tadından yenmiyor
bazısında ise
ne yediğini anlamıyorsun

çilek
anarşist meyve
çökertiveriyor insanı dizlerinin üzerine
dudakların mührünü çözüyor
ellerini dalarken çer, çöp, dal, taş, börtü, böcek
kilime atılan düğüm gibi türkü yakıyor
yaşmaklı kadınlar
söyleyemediğimiz türkülerce yaşanıyor aşk

kızıyorum ben o kadınlara...
tarlalarda kendi özünü düşünmeden
türkü çağırdıkları için değil!
bu onların en kadın yanı
nasıl gönül koyarım

aslında
ben kendime kızıyorum!
aşkı sadece ben yaşıyormuşum gibi budalalaştığım için
en sonunda yüreğimin gücünü kaybedip
şimdiyi yaşayamadığım için

fark ediyorum ki
avuçlarım kızarıyor
yanaklarımdan şebnemler süzülüyor

o vakit
hissediyorum ki
alnım mavide
ellerim toprak…

motor, bazuka ve gitmeler üzerine

alıp başımı defolma (!) hissimin kuvvetli olduğu günler. yaşadığım kaygıdan yüzüm, gözüm, boynum, böğrüm sivilce içinde. yetmedi, tansiyonum asansörcülük oyununu keşfetti. ancak, ciddi bir sorun var. bizim çocuk tepelere tırmanmayı seviyor, ama aşağıya nasıl ineceğini hiç bilmiyor. bazen kaydıraktan kayıyor, o anlarda dünyam tepetakla oluyor. gözlerim karanlığı seviyor. köstebek ruhum gömülmek diliyor. nafile... biri şu çığırtkanları sustursun istiyorum. gürültüler artıyor "n'oldu...",  "iyi misin?...", "ya bir doktora gitmedin"... beynime veren inzibatların söylevleri eşliğinde, “iyi ararsan eve dönüş yolunu bulursun” masalından sıkılmış olan kanım, damar yollarını terk edip burun deliklerimden fışkırıyor. işte o vakit “hadi diyorum… hadi kızım… Uzağa Giden olma vaktin geldi.”

boyumu aşan işleri gözümün tersiyle iteliyorum. sırt çantamın içine birkaç giysi tepip, zihnimden yol haritamı çiziyorum. gidiyorum...

tam kapıdan çıkarken, elime çarpıyor Bazuka. Uyurkulak!etme, eyleme… okumak istemiyorum. canım yanıyor yahu. hiçbir kelimeyi peşimden sürüklemek istemiyorum. aşk, yalnızlık ve şiddete dair hikayelerden bana ne! biliyor musun kimselere demedim ama Limon’u (sarı araba!) sattım. iki ay oldu. Duygucan'ın (radyo!) sesi sağır ediyor kulaklarımı geceleri. uyuyamıyorum. umarsızca, sevdiğim adamın bana sarılmasını bekliyorum. o da gelmiyor. beni avutacak bir kitap olsaydı dediğim zamanların sayısı artıyor.  sen neredeydin bakalım benim canım yanarken Uyurkulak? tutkular kitaplığı’nın ırzına geçen editörün ruhuna sövüyordun değil mi? şimdi tam giderayak, neden çelme takıyorsun bana? kürk mantolu madonna bakma bana. seni severim bilirsin. ama bakma bana. bakma! o-ku-ma-ya-ca-ğım!

yine bir kitapla konuşuyorum. üstelik bunun ardında, yakışıklı yazar fotosu da yok. kahretsin! atıyorum çantama kitabı. atlıyorum motora. sırtımda bazuka. düşüyorum yola...

buradayım. nerede mi? her yerde. çay, simit ayinindeyim. sen yoksun yanımda. tuzlu su akıyor yanağımdan bi damla. bahar şebnemle gelir ya işte öyle bir vaziyet. suratım sırılsıklam. rastgele bir sayfayı açıyorum her zaman ki gibi. “Kuş Yuvası”… Tahir’in hikayesini okuyorum. bunu sen okumalısın diye not düşüyorum aceleyle. canım adını söylemek istiyor. sıkıyorum dudaklarımı. son cümleyi okurken, burnum kanamaya başlıyor. eğimine yandığımın dünyası daha bir çalkantılı geliyor bana. çayımı getiren, garson telaşlanıyor. gözlerimle ona “korkma” diyorum.  "eyvallah" dercesine bakıyor bana. kitabın üzerinde kandan ayraç yapıyorum. 35. sayfa da Pembe hikaye başlıyor. kan, elbet durur biliyorum.

okumaya ara verip mırıldanıyorum… “ömrümce hep adım adım / her yerde seni aradım / ben kalbimden başka yerde / inan seni bulamadım."

garson bana bakıyor ve ilk kez konuşuyor "sesin güzelmiş abla..." dudağım yana kayıyor, galiba gülümsüyorum. elimin tersiyle, ağzımın içine süzülen kanı siliyorum.

Ve biliyor musun Uyurkulak, kırdığım kalemi yeniden açıyorum. galiba yazıyorum.

hala sana en uzak yerdeyim: sendeyim...



biliyor musun
aşk sürekli mesaiye kalmayı gerektiriyor


çalışma saatleri uzadıkça
tutsaklaşıyorsun
bir süre sonra
esaretten maaş alır hale geliyorsun


aldığın maaşın
neredeyse tamamı 
aşk masraflarına gittiği için
ebediyen ruh tokluğuna
gönül dükkanının
en sadık memuresi olarak
çalışıyorsun

durmadan...


anlayacağın canımıniçi
ben sadık bir işçiyim
bıkmadan
usanmasan
seni çalışıyorum


ama
aşk hesabında bir hata yapıyorum

çünkü,
hala sana en uzak yerdeyim
sendeyim…

ne zaman canım yansa ninni dinlerim...



tuhaftır


ne zaman canım yansa
ninni dinlerim


ve ne zaman canım yansa
yağmur yağar


ben de
küçük bir kız çocuğu gibi
senin gelmeni beklerim
gelip bana sımsıkı sarılmanı
ve kulağıma mırıldanmanı
"dandini dandini..."


tıpkı bu sabah olduğu gibi...

aşk hiç biter mi?




gözlüğümü kırdım bugün


sonra


ayağımı dolabın sivri yerine çarptım
çorabım kaçtı
dizim kanadı
azıcık...


pencereme hiç güvercin gelmedi


aslında her zamankinden daha uzun bir gündü
daha çok çocukla oyun oynadım
gülüştüm
dertleştim

tek kelime okuyamadım
masamda sırt sırta vermiş duran kitaplara bakıyorum
kurtlarla koşan kadınlar
bazuka

bi öğlen yediğim simit yarendi bugün bana
bi de bu şarkı


seni özledim...

herkes ne zaman ölür: elbet gülünün solduğu akşam


biliyor musun Deniz...
dün hıdırellezdi.
kendime bir gül ağacı çizdim, üzerinde üç dilek...


biliyor musun Deniz...
nicedir kendim için hiç bir şey istemiyorum.
bu gece "şiirin onarıcılığı" diye bir söyleşiyi sunacağım
önümde Nazım'ın "şaşıp kalma üstüne" dizeleri duruyor
ben sevdiğim adamı düşünüyorum





biliyor musun Deniz...
sevebilirim,
hem de nasıl,
dile benden ne dilersen
canımı, gözlerimi.
öyle seviyorum Deniz, bunu o hissetsin istiyorum!

kızabilirim,
ağzım köpürmez,
ama devenin öfkesi haltetmiş benimkinin yanında
devenin öfkesi, kinciliği değil.
çocuklara sığındım Deniz, kaçtım erişkin yaşamdan.
öğrendim ki öfke, kin, nefret kendi kendini döven boksör.

anlayabilirim
çoğu kere burnumla,
yani en karanlığın, en uzaktakinin bile kokusunu alarak
ben Uzağa Giden'im, Deniz...

ve dövüşebilirim,
doğru bulduğum, haklı bulduğum, güzel bulduğum her şey için, herkes için,
yaşım başım buna engel değil,
engel değil mi Deniz yaşım, kadınlığım, düşlerim, hatalarım, dediklerim, diyemediklerim...

ama gel gör ki çoktan unuttum şaşıp kalmayı.
insanlığı terk mi ediyorum sence ben Deniz?

şaşkınlık, alabildiğine yuvarlak açık ve alabildiğine genç gözleriyle bırakıp gitti beni.
yazık.
insan olmak bilirsin ne zor şey Deniz.
herkes sen gibi taşıyamıyor.

sana geldi pek dost yürek hisset e'mi?
gelemeyenlere küsme.
beden esir, zihin özgür sen bilirsin değil mi Deniz?

bu yıl bir şey isteyeceğim senden
mayıs esintileri arasında
melek kızımı bul lütfen
"Nisan! artık çok bekleme git ve annenin elini tut" de ona

şaşırt kızım beni...
şaşırt yüreğimi.

hıdırellez dilekleri sahiden bir gün gerçek olur değil mi Deniz!
ve hepimiz bir gün buluşuruz değil mi...

zeytin sevmeyen adam




hani okuyamadığımız kitaplarımızı götüreceğiz ya

hani o kitabın
bir ucunu sen, diğer ucunu ben tutacağım ya

kim kurduğu düşten dolayı suçlanabilir?






 
bak ne diyeceğim
ilk okuyacağımız kitap "fark etmemişim bilmiyordum" olsun.
tamam mı?
kitabı elime aldım dün
her zaman yaptığım gibi rastgele bir sayfa açtım
"tek kişilik tarif" çıktı karşıma


sanki
sen ve ben için yazılmış bu sayfa
itiraz etme hemen
ve dinle!

malzemeler...
"sıcak yaz havası (gece toplanmış), 1 adet dut, 1 adet bülbül, 1 adet ay ışığı, yerlisi çıkmışsa dolunay, 3 adet sivrisinek, 1 adet ağustosböceği, irili ufaklı taze yıldız, bir üflemelik mum ışığı, 3-4 tane ateş böceği, yazısız boş bir kitap, yaslanmak için geniş gövdeli bir ağaç, sık dokulu çimen, bolca oksien, aldığı kadar sessizlik. "

nasıl yapılıyormuş biliyor musun?
"bol oksijenli sıcak bir yaz gecesi, ay doğar doğmaz, bir adet dut bülbüle yavaşça yedirildikten sonra ateş böcekleri serbest bırakılır. bir üflemelik mum yakılır, sivrisinekler ve ağustosböcekleri tek tek salınır. ağaç gövdesine yaslanıp ya da çimenlere uzandıktan sonra boş sayfalı kitabın yapraklarına gökyüzünden taze yıldız serpiştirilir. nane etkisi yapan yıldızların ferahlığı hissedilir hissedilmez, muma üflenir, gözler yavaşça kısılıp yaklaşık iki saat, iç çekirilinceye kadar boş kitaba sarılarak hayal kurulur ve sessizliği dinleyerek uyunur."


şimdi bana hala ben zeytin sevmem diyebiliyor musun?
çünkü bu başka türlü bir şey...
şimdi senin için
ben söylüyorum
dinle!

reklamlar ve bizim evin halleri



Barış Manço'nun sesi çalındı kulağıma. "Ben bilirim... Ben bilirim..." Bu şarkıda göz yaşı yoktu. Kulağım iç çekişleri takip etti... Annem, telefonda babamla konuşuyor gözleri yaşlı. "Kırk iki yıldır evliyiz bak yine gurbettesin, toplasan kaç yıl birlikte olduk acaba?" diyor. Sanırım yardan ayrı kalmasını en iyi annem biliyor. Televizyondaki reklam bir banka reklamı. Bugün 3 mayıs cebimde kaç para var diye düşünüp gülümsüyorum. Cüzdanımdaki boşluğu en iyi ben bilirim, ben bilirim...

***

Mutfakta oturmuş gazeteleri karıştırıyorum. Seviyenin bel altına indiği seçim sürecine dair haberleri okurken yanımda yedi yaşın verdiği olgunluğu bedenine yerleştiren Ilgaz beliriveriyor. O anda bir oyun oynamaya karar veriyorum. Televizyon haberlerindeki muhabirler gibi başlıyorum sormaya. "Bu kim?" Cevap anında geliyor "Başbakan Recep Tayyip Erdoğan..." Sormaya devam "Bu kim?" ikilemeden "Devlet Bahçeli..." Sayfayı çeviyorum "Peki bu kim?" Bir nefes alıyor "Kılıçdaroğlu..." Küçük bir sessizlik oluyor aramızda, gözgöze bakışıyoruz."Adı yok mu bu adamın?" diyorum. "Sen kime oy vereceksin?" diyor. Çorbayı karıştıran annem hınzırca bana gülümseyerek bakıyor. "Henüz karar vermedim" diyorum ve soruyorum "sen oy verebilseydin kime verirdin". Düşünmeden "Kılıçdaroğlu'na..." diyor. "Çünkü o diyor ki sağcı ya da solcu olmak değil önemli olan insan olmaktır. Bu hoşuma gidiyor." Elinden tahta kepçe düşüyor annemin. Ilgaz'ın başını okşuyor ve soruyor "solcu, sağcı ne ola ki?" Cevap "Umrumda değil. Önemli olan insan olmak..."

***

Benim reklamım ise kuşkusuz Behzat Ç. tanıtımları. Neden mi? An olur onu da yazarım...