Eve Dönüş Hikâyesi

Bir saatten daha uzundur sahilde olup bitenleri anlamaya çalışıyorum. İrili ufaklı balıkların denizden karaya yürüyüşü bazılarını huzursuz etmişe benziyor. Kumun üzerinde oraya buraya koşuşturanların, yarı beline kadar denize girip dalgalarla boğuşanların ne yaşadığından çok ne hissettiğini kavramaya çalışıyorum. Kim için kaygılansam bilemiyorum; kararlı balıklar için mi yoksa onların kararını değiştirmeye niyetli insanlar için mi. Belki de kendim için endişelenmeliyim ama kestiremiyorum.

Sonu izleyiciye bırakılmış bir filme benziyor olup bitenler. Kurguyu istediğim gibi yapabilirim ama hiçbir şey düşünmek istemiyorum. Yoruldum sanırım. Sadece sahili daha iyi görebilmek için gözlerimi kısmaya gücüm var.  Olayın ilk şokunu atanlar cep telefonlarının kameralarını çoktan çalıştırmış, kendi filmlerini çekiyor. Bazıları bu elim olayın bir parçası olarak incinen yerlerini sarmak ve başkalarıyla kendini tümlemek için sosyal medyayı haberdar ediyor. Öz çekim yapanların gülümsemelerine dualar, kızgınlıklar, küfürler ekleniyor. Hepsinin sesini kısıp, bu filmin içinde kayıp olan vurguyu aramaya başlıyorum.

Çevrecisi, köylüsü, işçisi, issizi, kadını, erkeği hatta çocuğu balıkları yeniden denize yollamak için bir olmuşlar. Hepsini bir araya getiren yaşama/yaşatma güdüsü fena halde canımı sıkıyor. Kendi hissiyatları o kadar öndeki, balıkların ne istediğinin farkında bile değiller. Onlar “hadi evine…” dedikçe daha kuvvetle yüzgeç diriyor balıklar. “Belki de onların yeni evi burası!” neden anlamıyorlar.

yabancı gibisin ışık
bana ait ne varsa seni korkutuyor
sana ait ne varsa hiçbiri benim değil
belki ölmek hakkımı kullanıyorum
               
Ha bir şiir eksikti…” diye mırıldanıp, gözlerimi sahilden, Ben Sana Mecburum’dan dizeler okuyana çeviriyorum.  Yedi taş çatlasın sekiz yaşlarında bir çocuğu görünce şaşırıyorum. Elindeki tablete gömmüş bakışlarını. Başını kaldırmadan “Balıkların intihar ettiği falan yok” diyor. Gülümsüyorum. Birazdan büyük bir keşfe tanıklık edeceğimi hissediyorum. Çömeliyorum olduğum yere. Dinlediğim kişiyle aynı boyda olmak iyi geliyor bana.

Parmakları tabletinin ekranın üzerinde dolaşıyor. Gözleri gördüğü her şeyi kayıt eder gibi. Bir an başını kaldırıyor sahile bakıyor. Sonra okuduklarından anladıklarını özetliyor. “Aktif sonarın su altında yaydığı ses dalgaları yüzlerce kilometrelik alana yayılıyormuş. Aktif sonarın çıkardığı ses, kaynağından 250 kilometre uzakta bile 160 desibel olarak duyulabiliyormuş.” Sessizce sahile bakıyoruz.

Derin bir soluk alıp, kafamı kaşıyorum. “İnsanı sağır eder bu ses.” diyorum.  Bunun balıklarla ilgisini kuramadığımı belli etmiyorum tabi. Ciddiyetimi bozmadan dinliyorum. Ayağını yere vurarak “balıkların hassas kulakları böylesine güçlü bir ses kaynağı karşısında hasar görüyor ve yön bulma yetenekleri azalıyor” deyip susuyor. Evreka! Vurgun yiyen dalgıç nasıl su üstüne çıkıyorsa, yönünü kaybeden balıkta karaya vuruyor yani.


Birden doğrulup delice sahile koşmaya, “durun!” diye haykırmak istiyorum. “Onlar evlerine geldiklerini zannediyorlar. İtip, kakmayın. Zorlamayın!” Sonra şiirin dizeleri yankılanıyor kulağımda “belki gelmem gelemem beş dakika bekle git…

Fotoğraf: Özgür Çakır