Dursunbey'de sahiden kim öldü?

Gelin ata binmiş ya nasip, ya kısmet demiş...
Hayatın sırrı atasözlerinde gizli, artık buna daha çok inanıyorum.

Haziran’da kendi evi olacaktı. Çocukluğundan beri kurduğu düşleri evine sahi kılacaktı. Yok öyle pembe panjur falan doldurmadı onun yüreğini. İşlediği kaneviçeleri, oyaladığı dantelleri serse sevdiğiyle nefes aldığı tahtadan eve, samanlık seyran olurdu. İğneyi her sapladığında kumaşa, sanki oyaladığı kaderiydi. Bazen dalıp giderdi hayalden gelecek yolculuğuna. Onu bir iş uyandırırdı tatlı düşünden. Düşerdi tarla yoluna, olmadı hayvan sağmaya.

Günler günleri kovaladı. Hayalden ev kuruldu önce. Gerçeğin tuğlalarını ise üst üste koymak zordu. Önce asker yolu bekledi. Sonra, düğün için gerekli olan paranın denkleştirilmesini. Şunun şurasında kavuşmaya ne kalmıştı! Bu bahar, gönül gözünü açacaktı. Lale, sümbül, menekşe hep birlikte yaşama haykıracaktı. Olmadı.

Kır düğününün çiçeği olacaktı.
Nihayetinde gelindi.
Düğünde olmadı, çiçek de açmadı.

Nişan yüzüğünün parıltısını kınası gölgeledi. Yaşmaklı kız gözyaşlarına boğuldu. Yüreğimize onun akıttığı yaşlar sahiden balyoz etkisi yaptı. Sevdiği delikanlı sanki aile geleneğiymiş gibi gitti madende can verdi. O bir başına kaldı.

Neye ağlayacağını şaşırdı genç kız. Koltuğun köşesine sıkıştırılmış poşetin içindeki yazma kenarlarına baktı kaldı. Gelin bohçasını hazırlıyordu Hazal. Eşyalar bile sahiplerinden daha uzun yaşıyor diye inledi. Dokunmaya kıyamadığı çeyizleri çula, çabuta dönüştü gözünde. Masalın esas oğlanı artık yoktu. Issız bir adada, kapısı olmayan bir taş kulübeye kapatılmıştı Hazal. Gecelerce düşlediği evi, mutluluğu üzerine yıkıldı bir anda. O madende Hazal’ında geleceği göçük altında kaldı. Nefes almak ne kadar anlamlıydı. Acıyan yer başka, acıkan yer başka deyip yemek yedirdiler, içirdiler. Ne fayda Hazal sadece sevdiğini düşündü. Geçen gün çocukları olduğunu düşünmüş, ona isim bile bulmuştu. Bunu hiç diyememişti. Diyemediği nice cümleleri geçirdi aklından Hazal. Sadece ağladı…

Peki Hazal’a ne olacaktı?

Anadolu’da pek çok kadının ortak kaderidir sevdiğiyle birlikte ölmek. Eski zaman tanrıları, öte dünyaya giderken yanlarında eşlerini de götürürlermiş ya işte bu coğrafya da kadınlar hala eşlerinin ardından gidiyorlar. Belki diri diri toprağa gömülmüyorlar ama yaşayan ölülere dönüşüyorlar. Anlayacağınız olan sadece ölene olmuyor.

Hemen paralar dağılmaya başladı değil mi? Canın ederi olur mu? Hazal’ın geleceğinin? Serkan toprağa karışırken hücre hücre, Hazal belki evlendirilir, belki de Serkan’ın evinde ömür doldurur. Kim bilir?

Bildiğim tek şey Anadolu’da sadece takvimler değişir, kaderler değişmez.


Görsel: Fotokritik


cemreler düşerken

Bugün düştüm yüreğine, kor halindeki ateşim: CEMREYİM!

Kaderimizdeki baharı bulmak için yola çıktık biz seninle. Yedi gün arayla kaderimizi yazdık yeryüzüne. Önce havaya, sonra suya, en sonunda da toprağa sorduk kaderimizi, öyle soluduk birbirimizi.

Hava dile geldi
önce "ben saracağım sizi” dedi. Siz ikiniz, iki sevgili kışa baharı getirdiniz. Yüreklerinizdeki aşk ateşi yükseldikçe ben ısındım. Şubat olmak çok zor. Hele uzaklarda Şubat olmak daha da zor. Oysa bir kızın mevsimi olmak var. NİSAN! Bir kıza onun mevsimi gelmek gibi var. NİSAN! Korkulardan sıyrılıp yürekleri ısıtmak var. Önce bana düştünüz siz. Bugün bana düştünüz ikiniz. Ben sizin aşkınızla ısındıkça dünyaya sevgi gelecek. İnsanlar, sizin aşkınızla beslenen güneşi yeniden keşfedecek. Ağaç, çiçek, böcek, yürek uyanacak. Siz bugün bana geldiniz. Aşkınızla havaya can verdiniz. Ben ilk kor halindeki ateşim, havaya düşen cemreyim.

Sonra su gelecek dile. Yüreğiniz su değil mi ikinizin? Su! Berrak su! İnsan can olan su. Kanın yüzde doksanı su. Hayat değil mi su? İçinde çoşkuyu, tutkuyu, hüznü, dinginliği taşıyan su. Boş bir şişenin içine sevginizi yazıp bana atmadınız mı? Birbirinizi bulmak için bana dert yanmadın mı? Ya nasip, ya kısmet diye oltanızı atmadınız mı? Yüreğimde gezen balıkları, rakı şişenizde saklamadınız mı? Sen Kadın! Denize karşı oturmadın mı? Rüzgara karşı durmadın mı aşkın için? Sen Adam! Onca yorgunlukların, hırpalanmışlıkların ardından huzur istemedin mi? Ruhuna dokunan bu Kadın için denizleri aşıp gelmedin mi? Bir çocuk düşlemediniz mi? Sen Kadın, her çocuk bir umuttur demedin mi? Sen Adam, yeniden düş kurmak için zaman geçti demedin mi? Kadın yüreğini tuttu sonra. "Biz" olmak istiyorum demedi mi sana? Sustun, suya baktın anımsa. Kadın'ın yüreğinden damlayan suya baktın. Göz yaşına tutundun ya… Sonra, tüm düşlerinizi suya saklamadınız mı? Ak, pak bir kader için yola çıkmadınız mı? Bana çocuğunuzun gülümsemesini yollamadınız mı? Tam 14 gün sonra ikiniz bende buluşacaksınız. Yağmurda yürüyen uzaktaki iki sevgili gibi dünyaya ineceksiniz. Siz bana düşeceksiniz.
Ben ikinci kor ateşim, suya düşen cemreyim.

En sonunda gerçek olacaksınız dedi toprak. Yeryüzündeki hayatı bulacaksınız. Yeryüzünde öyle bir aşk yaşayacaksınız ki toprak başaklarla dolacak. Elleriniz çalışacak. Yüreğiniz aşkla dolacak. Haykıracaksınız "
YAŞAMAK ÇOK GÜZEL" diye. Sevdadan düşen yürekler çınlayacak aşkınızla. Herkes kendinden bir parça bulacak bu yolda. Havayı rüzgar, denizi korkunç kabarıklığıyla dalga sarsacak. Oysa düşen düşmüştür yüreklere. Aşk, bir yengeç gibi kendine doğru yürürken, ben üçüncü kor ateş toprak hep yanınızda olacağım. Ben üçüncü kor ateşim, toprağa düşen cemreyim.

Doğarken
Ölürken
Hesap Gününde
Dirilirken
Cenette
Cehennemde

Çiy kuşu ötecek birazdan.
Bu demektir ki umut saracak her yeri.
Ilık ılık atacak yürek.
Zihin coşacak mevsim mevsim..
İşte o an başlayacak bizim zamanımız…



Yüreğine düşeceğim cemre cemre…
Senin benim zihnime düştüğün gibi!

Tüm zamanlarında sesim çınlayacak kulağında..


Seni seviyorum!
Seni seviyorum!
Seni seviyorum…


Münafık



yüreğini toprak doyurmadan önce
soğuk yüzünle karşılaşmak istersen
gel bana

bilirim,
bekleyişin ayazında kalmış yürek
hasreti, ölüm beller

toprak rengi gözler
dere boyu nilüferleri gibi titrer

gölgeleme, gözlerinin yalın güzelliğini
kederle

bilmez misin
aşk, nazlıları sevmez
sen
o kadar narinsen
gezme yamacımda
aşağısı yar
düşersin

yakarma alın yazına
talan edilmemiş nefesler için
aklının oyunlarını
öyle bir ürküt ki
yanlızım demeye dilin varmasın

yoksa
kara kedinin ne günahı var
aşkın münafıksa…



Fotoğraf: Özgür Çakır

TÜRKİYE EZEL’İ NEDEN SEVDİ?

Bugün Ezel günü. Hayranları, çoktan yaşam akışlarını Ezel’e göre ayarladı. Saatler 21.00’i gösterdiğinde, zihnimizdeki her şeyi erteleyip beyaz camın büyüsüne kapılacağız bu gecede.

Peki neden? Ezel’i izlediğimiz diğer dizilerden ayırt eden özelliği ne?

Son dönemde, Türk yazınında başlayan bir akımı, televizyon dizisinde görmek belki de bizi Ezel’e tutkun kılan. Önce Ahmet Ümit Bab-ı Esrar’da daha sonra Elif Şafak Aşk’da zamanın akışkan bir yapısı olduğunu bize anımsattılar. Yaşamı tek bir boyutta solumanın tek düzeliğini fark ettik yeniden bu eserlerle. Bab-ı Esrar’la üç günde, üç yüzyılı özetledik. Aşk ile ateş, toprak, hava ve suya beşinci element olan boşluğu ekledik. Şems’in yol göstericiliğinde aslında insan olmanın erdemini hissettik.

Tüm bunların Ezel ile ilgisi nedir diye mi düşünüyorsunuz?

Ezel de bizler gibi değişen zamana karşın, sabit bir mekânda yaşıyor hayatını. Ancak onun gücü, anımsama ile hayatını bir ileri, bir geri götürebilmesinde saklı. Bizi balık hafızalı yapan da belki bu özelliğimizi kullanamamamız. Günün gerisinde kalmamız da bu yüzden. Sadece anlık yaşıyoruz. Dikkat ediniz "anı yaşıyoruz" demiyorum. Anlık yaşıyoruz. Bu nedenle, olay örgüsünü, bağlantıları kuramıyoruz. Oysa Bab-ı Esrar, Aşk ve Ezel’de yaşamın sırrının hazır bulunuş ve farkındalık olduğu sürekli vurgulanıyor. İnsan, ömür denen yolu yürüdükçe sırlar kapısı bir bir aralanıyor. Bu üç eserin ortak özelliği sadece zamanı akışkan bir yapı olarak kullanmalarında değil elbet. Buradaki bir başka değişken ise empati.

Empati bir bedenden, ötekine geçiş ise Ezel bunu Ömer olarak sürekli yapıyor. Dizideki kahramanumız kendini anlamak, kendini keşfetmek için sürekli empati halinde. Çünkü geçmişi şimdiki benliği ve algısıyla biçimlendirmeye çalışıyor. İnsanın kendisine giden yol da öteki üzerinden işlediğinden, başına gelenlerin nedenini ötekileri anlayarak bulmak istiyor. İşte bu noktada devreye Ramiz Dayı giriyor.

Ramiz Dayı bizim yabancı olmadığımız bir sima aslında. Dedem Korkut gibi birisi. Sürekli hikâyeyi tümleyen, biçimlendiren, yön veren. Hepimiz yakınımızda böyle birini istemiyor muyuz? O, aslında hep beklenen "kurtarıcı". Çünkü, zamanın bile önünde. Hatasız. Her şey onun düzenlediği çizgide bir bir giderken, kaderimizi biçimlendireni düşünmüyor muyuz bizlerde? Oscar Wilde, Shakespare, Hayyam'dan okuduğu dizelerle ruhumuzda esiyor. Bilgece söylenmiş sözlerle sarhoş olan zihnimizde, başka bir serüven başlıyor . Batı geleneğiyle kapitalist düzenin gündüzlerini yaşarken, doğu felsefesiyle mistik geceyi aralıyoruz içimizde. Düş dünyası ile gerçek dünyayı birbirinden belki de bu nedenle ayırt edemiyoruz. Kulaklarımız gerçeği görünce göz oluyor belki de. Okumak yerine güçlü bir adamdan, kaderimizi yeniden yazan kurtarıcıdan masal dinlemek istiyoruz. İşte bu nedenle konuşmalarımızda ince alay "bak kardeş!" diye çevremizdeki tilkilere, çakallara sesleniyoruz.

Şimdi uzunca bir süredir gökyüzünün en tepesinde böbürlenen güneşe sadece kısık gözlerle neden baktığınızı sorun kendinize? Bu soruyu yanıtladığımda sitemkâr bir gülümseme basıyor yüzümü. Çünkü, ben cehennemin ne olduğunu biliyorum.

Sıkışmış ve nefes alamayan toplumlar hep bir “kurtarıcı” bekliyor. Çünkü bugün yaşadığımız, artık azatlı özgürlüktür. Azat eden ve edilen arasına sıkışmış bir özgürlük. Azad eden kim? Azad edilen ne? Yani belirli şeylerin nasıl olması gerektiğine karar verme inisiyatifine sahip olmadan sözde bir özgürlüğü yaşıyoruz. Belki de bu nedenle adalet mekanizmamızı ilkel insan gibi iletip, o bildik hikâyenin gerçekleşmesini istiyoruz. Kötüler her zaman kaybeder, iyiler kazanır ve öykü dinleyenlerin başına üç elma düşer…

Bu akşam yine başka bir fasıl yankı bulacak zihnimizde. Ezel! Bizi yine düşündürecek bir koltuğun içine gömülmüş bir bedene hapsolmuş aklımız yine sınırlarını zorlayacak ve mırıldanacak: Zihin bir hapishanedir. Barbarların bile düşünemeyeceği kadar ıstırap veren bir hapishanedir üstelik diye…

devam edecek



dam üstünde saksağan

bizim Veli
yine rahmet istedi
besbelli
gökten yağan kar gibi
düşüyor zihnime tipi tipi

anlıyorum şimdi kendisini
kelimelerin kifayetsizliğini
seni içselleştirdiğimden beri

Veli
bilmez beni
içindeki seni
bilseydi
der miydi

"anlatamıyorum…"

MANİFESTO



yazmak için,
aşka ihtiyacım yok benim.
umutlarımın içinde çirit atan
yürek kurtlarından duyduğum sızıyı anlatsam yeter

yazmak için,
ölü yaşamlara, taze yürek olan
yeni sevdaları anlatmaya ihtiyacım yok benim.
seni mecnun, beni leyla anlatsam yeter

gördüğümce
ezber aşklar yıkanmış, çamaşır ipine asılmış.
uyanınca kör uykulardan
elbise yerine eski sevdaları giyiyor insanlar
ben sadece, ipten dönen hayatları anlatsam yeter

"yazmak için,
Orhan Veli’ye özenirim olmazsa"

eteklerimi uçuran, hafif meşrep bir rüzgara
randevu veririm
takıp takıştırır, sürüp sürüştürür
işlek bir caddede buluşurum onunla

olmadı
yaprakların terk ettiği
üryan kış ağaçlarına bakar
yokluğunda içim tir tir titreyerek yazarım

yazmak için,
aşka ihtiyacım yok ki benim
fasülye ayıklarken
kılçıkların dilimde bıraktığı yağlı kayış etkisini
anlatırım

olmadı
kimsesizlerin gölgelerine teslim edilmiş
bir yolda ilerlerken
ölümü iliklerimden çıkartır
"ecel olsan gel" özledim artık der, yazarım

yazmak için
bize ihtiyacım var benim.
sen yanımda ol yeter
ben ekmeği tuza banar yazarım...



Fotoğraf: Özgür Çakır

ÇAĞRIMI KAÇ KİŞİ DUYACAK?



Tüm dünyayaı kucaklamak istedim.
Ama kollarım yetmedi.
Ben de parmalarımın ucuyla çocuklara dokundum.





Cuma günü posta kutuma düşen bir mektup beni inanılmaz heyecanlandırdı. Beyaz kağıda, özenle siyah kalemle yazılmış bir mektup almayalı kaç mevsim geçti anımsamıyorum bile. Heyecanla mektubu açtım.

"ADIYAMAN'DA BİR ÇOCUĞUM VAR kampanyasındaki özverili çalışmalarınızdan ötürü sizi kutlarız" yazan bir ön tanıtım yazısının ardından sımsıcak bir yüreğin yazdıkları zihnimdeki tüm kara bulutları dağıttı. Bu mektupta yazanları sizinle paylaşmak istedim. Çünkü, bu coğrafyada yüreğine umut ekilecek çok çok çocuk var.

"Merhaba. Sevgi Çocuk Yuvası'ndan kalıyorum. 7. sınıf öğrencisiyim ve derslerim iyi. Yuvada birçok aktivite var. Bunlar folklör, basketbol ve dershaneye giden arkadaşlarımız var. Ben bunlardan folklöre katıldım. 1,5 ay sonra yarışmaya gideceğiz. Yukarıda yazmayı unuttum yuvada 1 erkek kardeşim ve ablam var. Burayı çok seviyorum. Burda mutluyum. Sizin katkılarınızla daha çok mutlu oldum. Bize zaman ayırıp, bizi düşündüğünüz için, emek gösterdiğiniz için teşekkür ederim. Düşünülmek çok güzel bir şey. Dünyada yuvaları tanımayan ve tanıyıpta ziyaret etmeyen o kadar çok insan var ki. Ama sizder bizlere bu hediyeleri göndererek, bizleri unutmadığınızı gösterdiniz. Sizi görmesemde seviyorum. Bizi mutly ettiniğiniz için umarım sizde mutlu olursunuz. Biz de size sağlıklı, mutlu, huzurlu nice yıllar diliyoruz. Sevgiyle kalın."

Bir çocuğun yüreğinde olmak, ve onun gülümsemesinde yankılanmak hayalimi gerçekleştirmemde emeği geçen herkese çok teşekkür ediyorum. Memlekette daha dokunulacak çok yürek var.

Şimdi sizleri, editörlüğünü yapmaktan onur duyduğum 1MK'nın son kampanyası GÜNEŞİN KIZLARI İÇİN EL ELE vermeye çağırıyorum.

Daha çok çocuğun gülücüklerinde yankı olabilmek umuduyla...