Kadını İçin Hamile Kalan Adam: Hipokampus


"bana unuttuğun şeyi söyle
sana kim olduğunu söyleyeyim!
"


Hippocampus gerçek bir büyücüdür..





O, Poseidon’nun binek hayvanı değildir sadece. Deniz Tanrısı’nın yoldaşıdır. Sırdaşıdır. Aklın anahtarıdır. Kafası at, vücudunun diğer kısmı balık şeklindedir ama mutant değildir. Yaradılıştan firavundur. Belki yaradılıştan efsane. Yaşama hükmedicidir. Anımsamalar ve unutmalar arasındaki med-cezirden ibaret olana yaşamın düzenleyicisidir çünkü. Bellek ile unutma arasındaki ilişki, yaşam ile ölüm arasındaki dansa benzer. Her dansın bir yöneticisi vardır; adımları sayan, yönlendiren ve biçimlendiren. Hippokampus, Yaratıcı’nın insana verdiği en büyük armağanın “unutmanın” kaptanıdır. Unutmalardır çünkü insanı ayakta tutan ya da yerin yedi kat altına çakan. Hippokampus bu nedenle Karun hazinesinin en değerli parçasıdır ve çalınmıştır. Çünkü onun aşkı başkadır. Sakladığı gerçekten bir ömürdür. Hangi beyinde olursa olsun.

Herkesin bir asıl adı vardır. Onun asıl adı “deniz atı”dır. Bu dünyada maviden güzel renk var mı? İçinde canı taşıyan, can veren, can alan. İçinde insan olan kaç renk biliyorsunuz? İçinde deniz olan (DÜNYA!), deniz anası (KADIN!), deniz atı (ADAM!) ve deniz yıldızı (ÇOCUK!) barındıran kaç renk biliyorsunuz. İlk kez okyanusa akan yüreğimin çarpıntısı olsun şimdi dalgalar. Rüzgar bir şarkı söylesin. Yosunlar dans etsin. Şimdi yüreğim hippokampus. Unuttuklarımı çağırdım. Anımsadım. Yüreğimle, zihnimi birleştirdim. Kendime geldim.

Nadir. Narin.. Nazenin... Deniz atı efsane olma yolunda. Neden mi? Soyu tükenmektedir. İnsan hazinelerini yağmalamakta. Kör çünkü, kendini yok ettiğinin farkında değil insan. Afrodizyak ve süs eşyası olarak tüketilmek üzere bilinçlice, ne yazık ki bilinçle avlanıyor deniz atı. İnsan yaşama açılan penceresini kırıyor. Ağaç çerçevelerin yerini alan PVC’lerin intikamıdır bu. Boğulur bir gün insan kendi kararlarında. Deniz intikamı alır. Kendinden alınanların hepsini geri alır.

Denizlerdeki nadir tek eşlilerdendir. Unutmaz sadakati. Çiftleşme öncesi törenleri (DÜĞÜN!) günlerce sürer. Neredeyse kırk gün kırk gece flört eder deniz atları. Anlaşıldığı üzere tören adamıdır deniz atı. Birbirlerinin çevresinde aşk dansları ederler akşamdan sabaha. Aşk bitmez. KADIN inler bebek diye, ADAM yüzüğü geçirince eline. Tahtını yapınca çocuğun ve bahtını verince YARATAN mavi cennet olur yaşamları.

ADAM denizatının KADINI için yapamayacağı yoktur. KADINININ ilgisini çekebilmek için kamuflaj becerisini kullanır ADAM. KADININ rengine ve görünüşüne kavuşur. Aşk için tutuşan ADAM erk’ekliğini değiştirir. KADIN, ADAMI yoğurur. KADIN, ADAMI ADAM eder. Sadece bi KADIN onu beğensin diye özünden geçer deniz atı ADAMI. Erkek her yerde, erk’ek mi? Havada, karada, suda? Bu sürecin sonunda erkek denizatı hamile kalır. Belki de eşinin yumurtalarını o taşır. Hayat müşterek ya.

İşte aşk. İşte tutku.. Su yılanı gibi sevişmek, deniz atı gibi yaşama direnmek için sevmek. Eşleri ölünce uzun süre yas tutuyor deniz atları. Eşinin gittiği yere gidebilmek içi gün sayar. Yaşamı tüketmiyor. Canlarına kast etmiyor. Yaradan’a ah etmiyor. Sadece bekliyorlar. Ama bu bekleyişte yaşamın hakkını vermek var. Bencilce değil, doğanın bir parçası olarak yaşamak var. Çünkü deniz atları biliyorlar unutma belleğin canlı gücü, anı ise ürünüdür. Anı içinde değil, anın içinde soluyor deniz atları. Cennet ya da cehennem ne fark eder. Mahşerde kavuşulur. Deniz atı bunu bilir. Bekler.

Yaşamda hiçbir şey tesadüf değildir. Beyin kadar özel bir organ var mıdır ki? İnsan beyni! Yaratıcının en güzel eseri. Yaratıcı onun için özel bir muhafaza kutusu tasarlamış. Hangi organ böyle özenle saklanmış beyinden başka? Kemikten bir kasanın içine özenle saklanmış bir trilyon sinir hücresiyle neler yapılmaz ki. Hayal etmek bile inanılmaz bir haz veriyor. Dünyanın bütün okyanuslarının hepsinin su moleküllerinden daha fazla elektriksel sinyal modelleri toplar beyin. Ruh denilen nadide kumaş, beyinde sinir iplikçikleriyle dokunur. Ruh, beynin bir izdüşümüdür. Tüm yaşamı biçimlendiren beyindir. Şimdi sorarım size bu mucizenin içinde deniz atı görünümünde bir bölümün hatırlamadan sorumlu olması da tesadüf müdür?

Doğa insana hipokampus gücünü vermiş. Cennet de, cehennem de bu dünyadadır. Bizler mezar taşı değiliz ki süreli üzerimize anılar yazalım. Anımsadıklarımız yaşam notlarımızdır. Deftere eklenen her not zenginliğimizidir.







Sarah McLachlan - I Will Remember You
Yükleyen hushhush112 - See the latest featured music videos.

SES' SİZLİĞE.. *bir fotoğraf şerhidir


KULAK EĞER GERÇEĞİ ANLARSA GÖZDÜR..
Gerçek dediğin nedir ki?
Temmuz 2008
Cunda (Alibey) adası
Ayvalık

Sözlerle yankılanan zamanlar. Oysa hiç konuşmamam gerek. Biliyorum! Ellerini tutuyorum. Gözün uzaklarda. Bana bak istiyorum. Aramızda bir yüreklik mesafe var. Yürek boyumuz uzadıkça uzuyor. Sana dokunamıyorum! Yanımdasın aslında. İstesem, soluğun soluğuma dokunacak. Yanı başımdasın. Yüreğine dokunuyorum. Ruhun uçarı senin. İpini tutamadığım bir uçurtma gibisin. Alaycı görüntünün altında, yanlız ve incinmiş bir çocuksun sen. Hiç farkında değilsin kendinin. Oysa, yeşilin tüm güzelliği sende. Rüzgarın, yaprağa duyduğu aşk gibi benim sana duyduğum. Çarptıkça çarpıyorum sana. Bazen okşuyorum. Bazen teninde dans ediyorum. Bazen gıdıklıyorum ruhunu. Bazen de.. Sana ulaşamadıkça hoyratlaşıyorum. Oysa sadece seni yaşamak istiyorum. Duy beni. Artık duy beni! Söylediğim her söz sadece ben de yankı buluyor. Sana ulaşamıyorum. Sözlerim, geri gelip bana çarpıyor. Oysa baksan etrafına göreceksin. Herşeyin bir eşi var. Dalgaları dinlesen gerçeği göreceksin. Tek elinle bağlanmışsın bana. Gidecek... Gidecek... Gideceksin... O vakte kadar, bırak sarılayım sana.

Deniz kabukları sakladım tezgahın üzerine. Görmedin! Alsan onu, koysan kulağına. Kalbimden kulağına bir geçit var aslında. Sadece duysan. Yüreğini dönme bana. Aramıza sözden mesafeler koyma. Yanmayı bekleyen, fanus içindeki bir mum değil ki duygularımız: Gece yansın, gündüz küllensin. Masanın ardına çizdim yüreğimi. Belli belirsiz bir adam var orada görsene. Seninle mutlu. Bir ağaca yaslamış kendini. Açmış kollarını beklemekte. Sarıl bana!

Söylediklerimi duy sadece. Öğretileri unut. Çağrışımları ketle. Benim sana geldiğim gibi bana gelsene. Yan yana duran iki şişeyiz aslında. Sen daha kabuğu kırılmamış bir fındık tanesi, ben yıllanmış şarap. Dıştan çok benziyoruz birbirimize. İçimiz başka. Aksimiz vurdukça insan, ruhuna oyaladığımın ömrüne gün diye yazılıyoruz usulca.

Korkma. Sakın korkma! Bağlamam seni bir ruha. Görmeyen göze bir şey gösteremem nasılsa. Gölgeliğinde, sandalye diye sanıp oturduğum aşka ihanet etmem korkma. Bir süre kalacağım buralarda. Adıma "Yaz Aşkı" demişsin ya. Ses'sizce kalacağım başucunda şimdilik. Bardakların valsi başlayacak birazdan. Hiç farkında değilsin. Yaşama tek kareden bakan Kadın: Bardağın içkiyle olan dansını izleme. Dinle. Satır aralarını okuma. Dinle!

Bir defa da siyah beyaza küçük bir mola ver hayatında. Beni çözme. Beni anlama. Beni etkileme. Sadece dinle. En çok buna ihityacım var. Bırak sözlerimde kendini aramayı. Özgür ol! Kendin gibi. Yalın ayaksın ama ruhun kapalı. Ruhunu örten örtülerden sıyrılda gel. Kulağın artık gerçeği anlasın. Kendini gör! Kendini gör, bana öyle gel. Kendini görmeden, beni göremezsin. Beni görmeden de kendindeki beni sezemezsin. Sözlerden sıyrıl. Anlamlardan sıyrıl. Kendine gel. Kendinden bana zaten gelirsin.

Bekleyeceğim!


Fotograf: Özgür Çakır


Mehmet Erdem - Herkes Aynı Hayatta (Sınıf Dizi Müziği)
Yükleyen haylazcom - Music videos, artist interviews, concerts and more.

İSMİNİZ YOK MU SİZİN?


benim en sevdiğim söz senden duyduğum ben’dir.
hep yinelediğim söz sana koyduğum ben’dir.
iyi olmak adına bilgiç olmak istemem,
seni senlediğim söz, bir-bir oyduğum ben’dir.
Özdemir Asaf, Söz


Zamirlerin ve sıfatların işgal ettiği bir dünyada yaşıyoruz. Birbirimize bir isim mesafesi kadar yakınken, bir o kadar da uzağız. Bir araya geldiğimizde sürekli dünü yaşıyoruz. Olmadı yarına misafir oluyoruz. Dün ve yarın arasındaki gidiş gelişlerde ya hüzne boğuluyoruz ya da suskun kalıyoruz. Gündem öylesine ağırken, herkes kendi kalkanını kaldırıyor. İçimizi boşaltıyoruz. Zihnimizi boşaltıyoruz. Ruhumuzu boşaltıyoruz. İlk olarak çevremizi kişiliksizleştiriyoruz. Çevremizdeki her şeyin kimliğini siliyoruz.

Kaç kişiye ismiyle hitap ediyorsunuz? Kaç kişi size isminizle sesleniyor? Bu, şu ve onların dünyasını yaşıyoruz. Siz ve senin arasına sıkışmış bir minvalde gezinip duruyoruz. “Nasılsınız sen” gibi garip cümlelerin ardına gizlenip birbirimize bedenlerimizin ardından bakıyoruz. Bir olay anlatırken kaç kere “buna söyledim bir türlü kendimi dinletemedim” diyoruz. Bu kim? Bunun kim olduğunu bilmezken kendini bilir misin? Kime söyledin? Kime ne söyledin? Şey söyledim. Ne söyledin? Şuna bak hele şuna nelerde de diyor demeyin. İsmimi söyleyin! İsmim benim kimliğimdir. İsminiz sizin en kıymetli değerinizdir. Doğdunuz ilk anda üzerine yaftalanan isminizdir. Öldünüz ilk üzerinizden sökülen, bir taşa kazınan yine isminiz. Bana ismimi söyleyiniz. Çünkü benim sizden duyacağım en güzel söz ancak bendir!

Çocukluğumdan beri La fontaine pek bir imrenmişimdir. Hayvanın, eşyanın dilini insanın diline çeviren bir adam ne kadar zengindir değil mi? Her lisanı biliyor. Canlıya, cansıza hükmediyor. İşte bende hatırlamadığım kadar eski zamanlardan beri çevremdeki her nesneye bir isim veririm. Kalemim Kılıç Ali, gözlüğüm Devrim, arabam Limon. Yaşamımdaki her şeyin canlı ve kişilikli olması için illaki beş duyusunun olmasına gerek yoktur. Canlılık atfedilen anlamda gizlidir. Beş duyusu olup da yaşayan ölülere sesleniyorum. Sizin anlamınız nerede?

Haftayı yedi gün, yılı dört mevsim yaşayan insanların zamanlarını sürüyor ruhum. Dünyanın kurallarına karşı dururken elimdeki tek gücüm ismim. Size isminizle sesleniyorum. Siz de bana isminizle gelin. Sadece kendiniz gelin..

Bana ismimi söyleyin! Çünkü benim sizden duyacağım en güzel söz bendir..


Çin Yemeği, Endonezya Sumatra Kahvesi ve Kadın Çantası

Dün, BirMilyonKalem yazarlarından Emel Kalınkılıç‘la çok keyifli bir yemek yedim. Kendisi eski arkadaşımdır. İşten, güçten vakit buldukça bir araya gelmeye çalışırız. Yazılarından bildiğiniz üzere Emel, çiçeği burnunda bir anne. Anne olmayı her gün öğrenen, öğrendikçe güzelleşen bir kadın. Bilgi paylaşıldıkça güzeldir tezinden hareketle annelik deneyimlerini içeren bir kitap yazıyor. Her annenin el kitabı olacak sanırım yazdıkları. Geçen hafta aradı beni. "Yine gömüldün işlere. Neler yapıyorsun? Nasılsın? Birlikte yemek yiyelim mi ? " dedi. Çok güldürdü beni 5 dakikalık konuşmamızda. Dün için buluşmayı kararlaştırdık. Malum ben iki işte çalışıyorum, arada bir çocuk dergisinde yazıyorum. O da hem anne, hem de kariyer peşinde. Akşamlarımız rezerve edilmiş durumda yani. Kendime nefes alabilme alanları için randevu yazıyorum şu günlerde. Sonuç: Alışıla geldiği üzere, ikimizinde iş yerine yakın olan bir alışverişmerkezinde buluşmaya karar verdik.

Dün sabah iki dirhem bir çekirdek giyindim. Otuz üç bitti ama gülümsedim kendime. Fıstık gibiyim dedim:) Sabah çok çalıştım. Süte boğulmuş kahve molasını kısa tuttum, işlerimi yetiştirdim. Güzel başladığım bir gündü. Her gün insanın Allah’tan bir şey dileme hakkı varsa, ben böyle başlamak isterim güne. Neşeli ve umut dolu. Yoksa bir yerlere yetişme telaşesi içinde değil. Dudağımda mırıldandığım bir şarkı ile saati 11.45 yaptım. Geç kalmamak adına fırladım. Ama park yerinden Limon’u (sarı araba!) almak çok zaman alacağından "hey taksi" hakkımı kullandım. Tam yoldayım telefonum çaldı ben "Çin yemeğine ne dersin?" dedi. "Bana uyar" dedim. Aslında yola çıkarken yengeç yemek geçiyordu aklımda. İnce ince gülümsedim…..

Yemek yiyeceğimiz yeri bilmediğim için alışmerkezine gelir gelmez telefona sarıldım. Karşıdan bana bağıran, el sallayan hoş bir kadın gördüm. Muhteşem bir Yeşilçam filmi kavuşma sahnesiydi yaşadığımız. Öyle bir sarıldık ki.. Bastık sonra kahkahayı. Kot pantolon dedi. Seni en son üniversite de kotla görmüştüm. Ben arada böyle asilikler yapıyorum dedim. İşi, bir süredir okul gibi kullanıyorum. Saçların dedi bastı kahkahayı… Okul yıllarında saçlarımı değiştirmeyen tek kızdım. Süpürge sapı gibi, uzun siyah saçlar. Ne rengi değişti, ne modeli. Çok tutucuydum bu konuda. Saçlarım konusunda yıllarca iki kişi tarafından çok uyarıldım. Kimler mi? Biri Annem, diğeri de Emel! Hatta yıllığa bile yazdı. Bir de tombo kalem tutkum vardı. Zaten not tutmazdım. Sadece, dersi dinleyerek sınıf geçtim tüm öğrencilik hayatım boyunca. Ama, o tombo kalem benim uğurumdu. Bütün sınavları o kalem geçti, ben bir şey yapmadım:) Neyse konuyu dağıtmayalım.

Emel, her zaman ki gibi çok güzeldi. Doğum sonrası kilolarını vermiş. Saçlar sarı ve çok hoş. Konuşması duru, sesi ruhumda dans eden bir şarkı. Kısa bir yürüyüşten sonra yemek yiyeceğimiz noktaya geldik ve oturduk. Başladı koyu bir sohbet. Aslında kikirdemeler (kıh kıh kıh), usul gülüşmeler (kah kah kih koh), ve yüksek ton da kahkahalara (huhaaaaaaaaahaaaaaaaaaaa) eşlike den kelimeler. Kızsal dedikodular, çekiştirmeler... Bekalığın sultan tarafı yani aşklar. Evli kadınlara bayılıyorum bu konuda. Minicik bir bakışmadan, muhteşem senaryolar çıkartıyorlar.

Bu arada, sohbetimize katık olsun diye geldi bizim yemekler. Çok özlemişim Çin yemeklerini. Ballı ceviz ve yasemin çayı. Ekşili çorbaları… Yolum Suşiko sınırlarından geçemediği için son zamanlarda, çok hoş oldu bu tat damağıma. Yedik…. Yedik…. Yedik……

Ama kahve içmeden olmaz ki! Gittik başka bir yere. Kırmızılar çekti bizi nedense. Yine kırmızı koltuklu bir yer bulduk kendimize. Kızarmış dondurma ve tusinami etkisi yaratacak Endonezya Sumatra kahve ısmarladık. Düşünüyorumda Mayıs’a kadar hiç seyehat yok hayatımda. Endonezya…. Ne hoş olurdu. Mayıs’da Etopya‘ya gideceğim. Kongre bahane aslında. Gitmeleri özledim. Yola çıkmayı. Bu kahve ruhumda yol etkisi yarattı. Boğdukça süte boğdum kahvemi. Ama olmadı. Beni kendime getiren bir daha asla yenmeyecek “kızarmış dondurma” oldu. Dondurma dondurmadır ve kesinlikle soğuk yenmelidir. Biz de öyle yaptık zaten:)
BirMilyonKalem‘den konuştuk. Her Çocuğun Bir Masalı Olmalı Projesi'nin başarısından... Görme engelli dostlar için Bueneros, Evren ve BeenMaya ile giriştiğimiz işten dem vurduk. Hayatı konuşmak güzel bir dostla. Hele kahve bu kadar güzelken. Şöyle 40-50 yaşına gelsek. Kokoş ya da rüküş olsak dedim. Durdu. Sen mi dedi.. Sen rüküş olmazsın. Hep sadesin. Enerjiksin. Valla bak senle buluşcam diye makyaj yaptım dedim. Bastı kahkahayı. Ya gözlerime far sürmüştüm. Ama galiba rujumu yedim:)

Derken gözüme Emel’in çok şık çantası takıldı. Çağla yeşili, rugan, yılan derisini anımsatan ama olmayan bir çanta. Kadın Çantaları başlıklı bir yazı yazmıştım dedim. Öyle bir kahkaha attı ki. Sonrasında onun kahkahası ne ki benim ki yankı yankı yayıldı. Bir çantada sizce neler olabilir?

1.Pişik kremi
2.Islak mendil
3.Bebek bezi
4.Bir pet şişe su
5.Güneş gözlüğü
6.Araba ruhsatı
7.Ayetel-Kürsi
8.Çeşitli anahtarlar
9.İki cep telefonu
10.Kızsal mazeretler için gerekli olan ürünler
11.Makyaj malzemeleri
12.Acil durumlar için kıyafete uygun olabilecek yükzük, kolye cinsinden bir kaç aksesuar
13.Ayna
14.El kremleri
15.Bir deodorant
16.Mini parfüm
17.Çeşitli mendiller
18.Bebek oyuncakları, çıngıraklar
19. Kesme şeker. Emel’in eşi kıtlama çay içermiş. Her gidilen yerde de kesme şeker olmadığı için.. Malum toz şekerler kağıttan poşete girdi!

Kesin ben birşey unutmuşumdur. Çanta çanta değil tam teşekküllü Cevat Kelle mübarek. Eksikleri Emel tamamlasın. Hesabı ödedik. Emel terziye, ben işe……… Ayrılık vakti öyle bir sarıldık ki. Bir daha ne zaman dedik. En kısa zaman için sözleştik. Ayrıldık! Yine Yeşilcam usulü.

Derken……. Kendi çantama baktm. İki cüzdan, telefon, bir çanta içinde anahtarlar, Limon’un (sarı araba!) ruhsatı ve Biederman’ın son makalesi. Ha bir de gözlüğüm -güneş değil-, onsuz dünyam yamuluyorda. Meraklı Minik'in son sayısı için hala arayıp da bulamadığım Fırat Kaplumbağası, Çöl Varanı konusunda çalışan uzmanların listesi.

Yaşamın sırrı galiba çantamızda. Anne olmak ve olmamak….. İşte bütün mesela biraz da burada.




[PV]Superfly - My Best Of My Life
Yükleyen vivace520 - Music videos, artist interviews, concerts and more.

NİNNİ* (Görme Engelliler İçin El Ele...)

uyurken seyretmek seni
uyu bebek ninni
hangi türküyle sarsam seni
uyu bebek ninni

gece karanlık
ay dönmüş ardını uykuda
bir tek benim karanlığıma karşı

gece gece yıldızları yakan ayakta
karanlığı giyindim, sensiz aydınlıklara karşı
uyu bebek ninni

usulca yürür bir adam düşümde
gelir sokulur yüreğime
üstünü örtmemişsin der
oysa üzerimi örttüm geceyle
sensizliği giyindim siyahla
uyu bebek ninni

gittiğinden beri
garip bir hal var bende uyku öncesi
sırtıma vururum pış pış
uyu uyu ninni
kendimi uyuturum
sensiz
kendimi avuturum sessiz
uyu bebek ninni

çok özledim seni
geceyi bekliyorum
sabaha inat
belki bir düş olur
gelirsin!
düşten öte gerçeğim olursun
uyu bebek ninni

birlikte uyuyalım ninni
birlikte uyanalım ninni
bir daha hiç ayrılmayalım ninni!







Fotoğraf: Özgür Çakır


* Tüm şiirlerimi Görme Engelliler için sesli olarak yayınlayacağım.
Bu fikri aklıma düşüren dostlarım Buraneros, beenmaya'ya ve Evren 'e teşekkürlerimle..


Hayırlı Bir İş... Fikrim Geldi Paylaşmak İstedim !

İnce bir sitemdir... Sadece kendime!*



Canın yandığında yüreğine batan zamandır aslında
Gün deyip bir bir topladığın kırıklar birleşir göz yaşlarında
Ufukta hep gelecek diye beklediğin umutların
Bir de seni ayakta tutan sevdaların
Bilirim, sürgündür her insan kendine biraz da...


Ruh kilitlenmiş bedene
Mahpusluğa ömür denmiş nedense
Dar gelince zamanlar ciğerime
Nefes diye zihin hapishanesinin kilidini kırar
Koşarım çocukluğuma

Sığınırım düş sokaklarına

Yok öyle her daim uçurtma, balon, çikolata...
Kuyruksuzu, patlamışı, acısı da var
Bahtına ne çıkarsa...

Daha çocukken sevdim acı çikolatayı
Yüreğimden uçurdum uçurtmaları, balonları
Bir gün düştüm dizim parçalandı
Üzülmesin diye söyleyemedim anneme
Sardım bir başıma yaramı
Diyemedim "benim canım yandı"
Ruhum duydu bir tek acımı

Bedenimin dili "lal" oldu sesi çıkmadı
Kimse bilemedi, duyamadı sancımı
Usul usul büyüdüm ben!

Çocukluğuma koşarım hayattan düştüğümde
Çünkü beni sarar
Sever
Elime verir uçurtma, kağıttan bir gemi
Hayalden öte özgürlük bilen varsa gelsin beri

Uzaklara uçup gitsede uçurtmam
Yağmur sularında batsada gemim
Ne zaman çağırsam gelenimdir
Vefalıdır çocukluğum!

Çocukluğum...
Dilimdeki eski bir türkü değilsin bilirim
Beni ben yapan dirençli hamurum çocukluğum
Yok öyle cebimden çıkartıp seni giyerim diye baş kaldırışlarım
Şimdi söyle bana

Bugün bu bedene senin ruhun olur mu be çocukluğum?




Fotoğraf: Özgür Çakır

* Ustama armağanımdır -16.12.2008-








Küçük Bir Kız İçin Yağsın Pembe Kar

Almanya’da bir hastane odasında yatmakta olan küçük bir kızın son sözleri
“Bulutları boyarsak pembe kar yağar mı?” olmuş.

Bu yazı yüreği bu dünyanın ritminden ötede atan canlar için yazılmıştır..

Hüzün gözlerimden damlıyor tutamıyorum. Akıp giderken günü, eteklerinden yapışsam da kalması için ikna edemiyorum. Keşke elimde bir silgi olsaydı ve küçük bir kalem. Kaderi baştan yazmak değil istediğim. Zaman! Sadece birazcık zaman istiyorum. Gözlerinde yaşamı bulduğum, ışığından ayrı düşünce içim acıyor. Ne zamandır bunu sana söyleyemiyorum. Sevgili sansınlar seni. Hepimizin gerçek sevgilisi kim ki?

Öğrendim ki sevmek özlemekmiş. Otuz dört yaşında özlemeyi, belki de beklemeyi öğreniyorum. Nobel alacak bir buluşa imza atacağım yakında bekle diyorum. Bir silgi icat ediyorum. Tüm hüzünleri siliyorum minik bir silgiyle. İşe önce gözlerimden başlıyorum. Bozkırın kızı! Çorak toprakların ruhunu bozma. Sakın ağlama. Yalın ayak geldiğin bu dünyada rüzgara karşı yürüme artık. Rüzgara eş ol. Yanında dur ki yalnız olmadığını bilsin. Çetin saydığın her şeyde izin kalır ince bir dokunuşla. Merhemden gelen dokunuşun adıyla sarıl hayata. Merhamet, bu dünyada yaraları saran tek ilaçtır. Edene de, edilene de. Hayata merhem gibi yaklaşmak gerek. Sarılmak, sarmak için. Çok uzaklardan minicik bir yüreğin yaptığı gibi. Hasta yatağında k
üçük bir kız çocuğu pembe kar yağsın istemiş. Bu yazıda, yaşama tek solukluk dokunan herkes için pembe bir kar yağacak. Ben biliyorum. Görüyorum çünkü! Minik bir kalbi öpüyorum. Kardeşim, dedem, babaannem ve tüm sevdiğim çocuklar için pembe bir kar yağıyor gözüme uzak, ruhuma yakın bir yerde. Ben biliyorum!

Yazı yazmaya başladığımdan beri istediğim şey göz yaşlarını satırlara koyabilmekti. İçi yanan birisi gelip bir avuç su içsin diye. Yüreğindeki zehir bu suda boğulsun acılı yüreğin. Ben sadece bir çiy tanesiyim. Rengim yok. Duruya tutunmuş bir damla suyum. Öyle günler var ki üzüldüğüm şeylerin anlamlılığını sorgulatan bana. Bir okurumdan aldığım e-posta, küçük bir kızın mırıldandığı "pembe kar yağsın!" isteğidir bugün yaşamı sorgulatan bana. Hüznümden tuttu minicik bir el. Bana dokunan o sözle, pembe kar yağdı. İmkansız diye bir şey yoktur. Yaşamasını bilmeyen için dünya dardır. Hisseden içinse bir kapı. Kapıyı çalan kim? Kapıyı açan nerede?

Kuşlar uçarken akşamdan sabaha bir of soluğumda günlerce düşe kaçtım ben, gerçeğe uyandım. İşte böyle bir zamanda gelip yanıma koynuma dayadı başını “sen akşamları çok mu seviyorsun” dedi usulca. Gülümsedim. Çok sever başından öpülmeyi. Elimi sımsıkı tutup, mırıldandı çok sevdiği şarkısını. Sonra dönüp baktı yüzüme, sordu sorusunu “Sen neden varsın bu dünyada?”. Penceredeki sokak güverciniyle dertleşiyordum o sırada. Demokrasi neferi sokak lambası yerli yerinde duruyordu sessiz, sessiz. Kediler akşamın sefası sürerken, memur ıslatan başladı bir avaz geldi geçti. Öyle bir taş atı ki ruhuma sessizliğe tutsak oldum. “Beni duydu mu?” dedi. “Duydum” dedim. “Peki söyle bakalım, sen neden varsın bakalım bu dünyada” dedim? “Sana soru sormak için” dedi. “Şarkı söylemek için”. “Babaannemin gözlüğünü bulmasına yardım etmek için”. “Dedemle dolaptan meyve aşırmak için”. “Annemle, babamı sevmek için.” Gözlerim dolu dolu zaten. Bu cevaplar karşısında ne diyeceğimi bilemedim. Ağlamak için aradığım bahaneyi buldum. Elini tuttum Ilgaz’ın “sence bulutları pembeye boyarsak, pembe kar yağar mı?” diye sordum. “Ama ben turuncuyu çok seviyorum. Turuncu kar yağsın ne olur” dedi. Başını okşadım. Beş yaşındaki halimi düşündüm. Birlikte burnumuzu cama dayadık. Düşlere daldık iki nisan çocuğu. Ilgaz ve Şebnem!

Düşünmeye başladım. Cevabını bilmediğim onlarca soru var. Ben neden bu dünyada varım? Bilmiyorum. Başka bilmediğim sorularda var. Mesela beyaz gerçekten beyaz mı acaba? Asaf gibi “bütün renkler hızla kirleniyordu, o yüzden birinciliği beyaza verdiler” demeyeceğim. Belki beyaz, pembedir. İki kere iki hep dört değil ya. Alkım rengi dünyada yaşamı solumaktan çekindiğim günlere vay. Bulutları beyaz sandığım, tören adamı olduğum günlere vay.

Sorulara boğmayacağım ruhumu. Vaylarla acıtmayacağım! Gülümsediğim her an, pembe kar tanesi düşsün minik yüreğine yavrum. Dua olsun sana soluğumuz. Gökyüzü kaçarken ciğerlerime biliyorum artık bulutlar rengarenktir hissedene. İlk kar düşünce biz turuncuya boyayacağız her yeri yüreğimizde.

Belki mevsim pembe olur gülümse. Biz hissederiz!


Fotoğraf: Deviantart

Arılarla Konuşan Kadın



Bu yıl kış çetin geçecekmiş.
Nereden mi biliyorum?
Arılarla konuşan kadın söyledi..
***
Toroslardayım!

Sabahın seherinde yeni güne meydan okuyorum
Saçların alabildiğine özgür
Karmaşık dünya, taranmış saç senin neyine
Yüzüne yüzüne perde olmalı saçlar
Bir cendere içine hapsolmuş dünyasını hissettirmeli insana
Derin nefes aldıkça boğulduğunu fısıldamalı kulağına
Usul usul ritmine dönmeli yaşam.
***
Dağda yaşam çok başka
Uzun zamandır bu kadar huzurla uyandığımı anımsamıyorum.
Nefes alınca burnum yanıyor
Soğuk su ile duş alıp, güne uyanıyorum
Yaprağa düşmüş çiy tanesi gibiyim
Kocaman dağlar arasında küçük bir insan
Ne giydim
Ne yedim derdim yok
En güzeli de
Bozkırın Kızıyım

Etrafım gelincik ve kengerlerle dolu
Başımı kaldırınca Bozkırın Cereni'ni göreceğim sanki
Anadolu Yaban Koyunu olmak var serde
Alımlı, narin bir kızın dağlardaki yürüyüşünü anlatmalı

***
Yaşamdan keyif almayı unutmuşum kocaman binaların arasında
Gazetelere bakınca yabancı gibi hissediyorum kendimi
Türkan Saylan'ın penceresindeki menekşelere kim su verdi ki?
79 gün sonra Münevver Karabulut'un katil zanlısının aranıyor ilamı çıkmış
Benzine bu hafta iki kez zam gelmiş
Aşkları yüzünden töreye iki genç daha kurban gitmiş

Yüreğimi bir el sıkıyor
Dağ saati, şehirdeki gibi işlemeye başlıyor

Gözümü ötelere dikip susuyorum
***
Alabildiğine çiçeklerle bezeli bi tarlaya bakıyorum

Papatyaları seven kadını düşünüyorum.
73 yılda yaptıklarını aklımdan geçiriyorum
O anda koşan, çiçek koparan çocuklar takılıyor gözüm.
Çiçek dermek topraktan!
Çocuk çocuk...
Çocuk toplamak topraktan umut umut!
Bir gün,çiçek olacağım bende diye düşünüyorum
Sonra bir çocuk kopartacak beni de
Nar çiçeği olurum belki
Birisi toplar, gün ışığında kurutur beni
Sonra çayına atar beni şeker niyetine

Tat olurum dilinde
Böylece yaşam hiç bitmez
Beden biçim değiştirir
Ruh dolanır durur
***
Sahiden yaşam burada başka bir saatte akıyor
Bir yere yetişme derdi yok
Sıkma yapıyor kadınlar
Ocak başı arılarla dolmuş
Herkes nasibini yerden öte bir durum bu
Bu kadar çok arıyı bir arada hiç görmemiştim.
Aklıma kıyamet senaryoları geliyor

Gülümsüyorum
"Arı sayısı azalınca kıyamet kopacak!" demiş ya Enistein
Haksız değil aslında
Arılar olmazsa polenleme olmaz ve yaşam durur

Arı olmak bir mucize
Tüm uçuş kurallarına göre bir arının uçması olasılık dışı

Şişko bir bedenin iki yanına takılmış iki kanatla uçmak!
Ama arı dünyasında, insan dünyasının imkansızı yok
Bir tek yağmurda uçamaz arılar
Yağmurda uçan arı görürseniz o ASİ’dir
Kaderi yönetmeyeceğini bir gün o da öğrenir
Benden daha çok renk gören arı sahiden öğrenir misin kaderi yönetemeyeceğini?
İşte o gün bende hamdım, piştim, oldum derim!
***
Bir kase dolusu kahveyi yaktı sıkma yapan kadın
Bir anda arılar kayboldu gitti
Yanmış kahve kokusuna gelemezmiş arılar
Sonra bana döndü ve kış çok sert geçecek
Arılar su kenarına indi
Aşa sarıldı dedi
İşine geri döndü
***
Oturdum!
Bilmediğim ne çok şey var diye düşündüm
Dağ sardı beni
Bir türkü tutturdum köye doğru..

Koli koli kitap bir boş odada öylece raflarını bekliyordu
Bu arada KİTAP KAMPANYASI devam ediyor
Kitap göndermek isteyen dostlar için adres:
HER ÇOCUĞUN BİR MASALI OLMALI KİTAP KAMPANYASI
Yeşilovacık Belediyesi
Yeşilovacık-Mersin




Fotoğraf: Özgür Çakır

GÜLNAR YANGINI*



“Rüzgar kırdı dalımı
Ellerin günahı ne
Ben yitirdim yolumu
Yolların günahı ne”


Müzeyyen Senar’ın “Odeon Yılları” albümünü dinleyerek uzun ve dar yayla yollarında gidiyorum. En fazla 50 km hızla gidilebilecek bir yol burası. Her yer yemyeşil. Gözlerim böyle güzelliklere hasret. Ardıl dağları aşmak var serde. Ancak, ötelerde beni bekleyen şeyi düşündükçe içim acıyor. İlerledikçe yerden ateş çıkıyor. Bu başka bir sıcak. Yangın yeri acısı sarmış dört yanımızı. Yeşilin karardığını sadece ceviz ağacı gölgesinde görmüşüz biz. Yeşil cevizin karasını kına yapardık elimize. Şimdi ise ağacın yeşili gözyaşımızda kara kına.. Bu öyle bir manzara ki! Siyahı hiç bu kadar can yakıcı görmemiştim. Arabayı durdurup yangının dağladığı dağlara bakarken Müzeyyen Senar’ın sesini yüreğimde hissettim. Öyle bir hüzün vardı ki sesinde..

“Seni,
Sesini,
Gözlerinin rengini
Unutabilsem
Şu yanan gönlümü avutabilsem”


Yol boyu Mersin Büyükşehir Belediyesi’ne ait yardım konvoylarıyla karşılaşıyorum. Kimsenin dağıtılanlarla ilgilendiği yok. Herkesin gözü toprakta. Toprak simsiyah! Üzerinde tek bir yaşam belirtisi olmayan toprak can acıtıyor. Mezarlıklar bile daha canlı. Bu kocaman alan yeniden eskisi gibi olur mu kaygısı yüreklerde. Elle ağaç dikmek yerine, uçaklardan tohumlar atılsa diyor yaşlı bir amca başlıyor çocukluğundan orman anılarını anlatmaya. Bir ara hıçkırıklara boğuluyor, yanan hayvanları anlatıyor. Mehmetçik’in ve çevre belediyelerin canla başla çalışması yetmedi diyor. Saatte 70 km hızla esen poyrazla, kıvılcımların dansı bu kara aşkı ortaya çıkartıyor. Sevdanın karasını ne yapayım diye düşünüyorum. Yanmış yürek yerine, üreten can olsun diye iç çekiyorum. Gördüğüm manzarayı anlatamıyorum. Yanık kokusu her yere sinmiş durumda. Bir nine ve torununun ruhu karışmış siyaha. Ormanda can bulan iki yürek, ateşten kaçarken ağaçların koynunda küllere karışmış. Her yerde başka bir acı öykü var. Aklıma 17 Ağustos düştü. Allah bize bu acıları yaşatmasın bir daha.

Yol boyu soğutma çalışmaları devam ediyor. İçimi ürpertecek kadar sessiz yol. İnsan kuş sesi arıyor. Yol boyu kaplumbağalar olurdu. Sonra geyik görme heyecanıyla atardı yürek. Hiçbiri yok!

“Akşam olunca yarelerim sızlar
Derdim çoktur deymeyin bana kızlar
Bu derdime şahit olsun yıldızlar
Yeter Allah’ın çektiğim ah yeter
Bu ayrılık bana ölümden beter”


Güneş yalın ayak bir kız bu coğrafyada artık. Giderken Güneş, gecenin siyahı toprağın siyahıyla buluşuyor. Hüzün şarkılarda. Müzeyyen Senar’la başlayan yolculuğum aynı sesle sona eriyor.

“Yaralarım çok derin
Sonu yok bu kederin
Kendime seçtiğim yar
Şimdi oldu ellerin”

* HER ÇOCUĞUN BİR MASALI OLMALI KİTAP KAMPANYASI için geldim Toroslara. 50 koli kitap Yeşilovacık Belediyesi'ne teslim edildi. Görevi yerine getirmenin verdiği huzurla yola koyulduk. Karahindibağlarla dolu toprak. Sarı bir çiçeğe, neden kara denir ki diye düşünüyorum. Aklımdan onlaca düşünce geçiyor. Geçen yıl yanan orman arazisine bakıyorum. İslah çalışmalarına başlanmış. Arabayı durdurup, bir kahveye giriyoruz. Sabah çayını yudumluyoruz. Gazetelere bakasım yok. Şehirde ne olduğunu umursamıyorum. Kalkıp dışarı yürüyorum. Karahindibağlarda gözüm. Çömeldim birden. Elimi uzattım sarı çiçeğe, tam kopartacakken bir kız mırıldandı o anda GÜNEŞ UFUKTAN ŞİMDİ DOĞAR! Amin dedim sadece...




AYA GİDEN KÜLLERİM

Çocukluğumun en güzel kışlarını llgaz’da soludum ben. Bu hiç bırakmak istemediğim, hep içimde kalmasını istediğim bir soluktu. Gökyüzünün içime dolduğu zamanlardı. Dağ beni uzaklara çağırıyordu. Bir Heidi türküsüydü sanki çocukluğum. Ayaklarım yalındı. Ruhum kelebek. Tek günlük ömürler sürüp, duruyordum. Her gün başka bir zamanı, aynı bedende yaşıyordum. En çok geceleri seviyordum. Babamın doğduğu ve yeni yetmeliğini geçirdiği ahşap iki katlı bir dağ evinde, Şubat tatili geçiren çocuktum. Gizli Beşler’i, Kahraman Üçler’i ve Frainkenstain’i kendisine arkadaş edinmiş küçük bir kız. Kardan adam yarenim, Bremen Mızıkacıları yoldaşımdı. Akılda hep masal vardı. Masal akıldı.

Geceleri ateşin başına üşüşmüş birkaç çocuktuk. Babaannem’in masallarını dinlerdik geceler boyu. İşte o yaşlarda burnumu cama dayayıp hayal kurmayı öğrendim. Geceleyin büyük avluya açılan pencere, Ilgaz’la perdelenirdi. Bu perdeyi aralayansa Ay’dı. Ay! Ay aslında arka Güneş’ti. Güneş hiçbir zaman bırakıp giden bir sevgili değildi. Aslı olmasa bile izini bırakırdı. Ay, Güneş’in parmak iziydi.

Babaannem her gece bizi ateşin etrafına toplardı. Uykudan önce saati yapardı. Bilirdi en çok peyniri ve Ay’ı sevdiğimi. Peynirler kızarır, ılık sütle birlikte masal başlardı. Abim, kuzenlerim ve ben gözlerimizi kapar düşe dalardık. Babaannem anlatırdı, biz dinlerdik. Masalların hepsi Ay’dı.

Ay peynirden yapılmıştı. Ay’da, Peynir Prens yaşardı. Peynir Prens, yeryüzünün en güçlü Kral'ının oğluydu. Çok güzel ve iyi kalpli bir çocuktu. Ama babası halkına çok eziyet ediyordu. İşte bu nedenle İyilik Perisi, Kral’ın en sevdiği varlık olan oğlunu Ay’a hapsetmişti. Prens aç kalmasın diye de Ay’ı peynire çevrmişti. Bu büyü ancak, Kral çok iyi bir insan olduğunda bozulacaktı. Peynir Prens büyüdü, Ay yüzlü bir delikanlı oldu. Geceleri oturup hep dünyayı seyrederdi. Özlerdi dünyasını. Dağları, nehirleri, denizleri, gelincikleri, türlü türlü yemişleri, kuş seslerini.. Annesini, kardeşlerini, sevgilisini! Hüzün yüzüne vuruyordu Prensin. Özlem vurmuştu yüzüne belki de. Yüzü o kadar beyazlamıştı ki, işte bu yüzden yeryüzündekiler Ay’ı geceleri parlak olarak görürlerdi. Peynir Prens uzaklardaki babasını bu ışıkla ulaşırdı. Işık, Prens'in duasıydı. İşte peynirlerde bu nedenle hep beyazdı. Peynir yiyen çocuklar, barışa katkıda bulunanlar afacanlardı. İyilik perisi masanıza peynir koyduysa evinizde huzur, dirlik ve düzen vardı.

Peynir Prens dünyaya dönebildi mi hiç bilemiyorum. Çünkü, masalın bu bölümünde hep ben uykuya dalar Ay’a yolculuk ederdim. Sabah uyanınca Julne Verne koşardım. Çok öykünürdüm ona. Hala da öyle. Kendi çağından öteleri görmek, zihinde uzaklara gidebilmek: İşte gerçek özgürlük bu. Zihninde çıkıp gidebilmek..

Şimdiler de düşünüyorum da Ay gerçekten peynirden miydi? Neden İyilik Perisi, Kral’ı Ay’ a hapsetmemişti? Onun en sevdiğini Ay’a göndermişti? Yani cezalar hep edilgen mi olmalı? İnsan kendine bir şey olunca, yaşadığı acıyla daha kolay baş edebiliyor. Ama yara sevdiğinde açılınca, insanın canı daha çok yanıyor. Ay... Peynir... Prens... Ceza!

Ay’a gittim ben çocukluğumda gecelerce. Peynir yedim. Peynir Prensle dertleştim. Şimdi 1 bin 700 YTL’em olsa Ay’a gerçekten gidebileceğim. Bu dünya için küçük ama benim için çok büyük bir adım olacak:) Ölünce yakılırsam küllerim Ay’a gidecek. Ay, Güneş’in parmak izi. Gerçekte, Güneş’e gitmiş olacağım yani. Yok ben küllerimi savurmayacağım. Gömüleceğim. Böcekler yiyecek beni. Bir gelincikle doğacağım. Bir arı ondan öz çalacak. Doğaya karışacağım. Hiç kaybolamayacağım. Yeniden, yeniden doğup, yaşayacağım! Sadece biçim değiştireceğim. Ama hiç kaybolmayacağım. Her gece Ay’a bakacağım. Peynir Prens’e el sallayacağım.

Artık biliyorum. Bir coğrafyaya eğer zihninde gidebiliyorsan, orası senindir. Çünkü, zihin ölümsüzdür!

Haber: Amerika Los Angeles’ta faaliyet gösteren Celesta Inc. İsimli bir şirket, ölülerin küllerini Ay’a gönderecek. 2010 yılında 5 bin insanın küllerinin bulunacağı bir kapsül Ay’a gönderilecek.. Küllerinizin Ay’da savrulmasının bedeli 10 bin dolar (12bin 700 YTL) olacakmış..






Gulay - Bir ay dogar
Yükleyen sayit - Watch more music videos, in HD!

SANA "L'AMOUR EST L'ENFANT DE LA LİBERTE" PİŞİRDİM*

Gün boyu akşama ne pişireceğim diye düşündüm durdum. Akşam gelince senin beni karşıladığın gibi, ben de seni karşılamak istiyorum. Düşünüyorum... Düşünüyorum... Ama bir şey bulamıyorum. Hala çalışıyorum. Akşam eve giderken alış-veriş yapacağım, sonra eve koşacağım. Senin gelmene 20 dakika kalacak ve yemeği yetiştireceğim. Allah'ım bir sofra gönder, Keloğlan' ınkine benzer. Açıl sofra açıl desem, içine azıcık sevgimizi eksem...

Tam ben kıvranırken senden haber geldi. "Sen, böyle yemek pişirmeyi biliyor musun?" dedin. Sen bunları söylerken yanında topuklu ayakkabı giymiş kadınlar geçiyordu. Tıkır tıkır ayak sesleri kalbimi tırmalıyordu. Kara kedileri kaldır aradan, vay aman, vay aman, vay... şarkısı çalıyordu sanki fonda. "Kıskanmayacağım" diyordum kendi kendime. Kıs-kan-ma-ya-ca-ğım! Dünya, siyah beyaz dönmeye başladı o anda. Ayhan Işık arkasını dönmüş, Türkan Şoray parmaklarının yarısını ağzının içine sokmuş ağlıyordu. Kulağımda yankılanan sesin dağıttı o anda tüm düşüncelerimi. Alkım renkli dünyaya döndüm. "Serdar Akinan bir yemek tarifi vermiş, canım çekti" dedin. Yemeğin adı "Ignorantia juris, neminem excusat..." yani "hukuk bilmemek, kimsenin özrü olamaz!" Aşkım! Hukuksuz bir memlekette, ben nereden bulurum bu yemeğin tarifini.

Gel ben sana "l'amour est l'enfant de la liberte" pişireyim. Yani "sevgi özgürlüklerin çocuğudur" tamam mı? Hem de çok kolay bu yemeği pişirmek. Önce Erich Fromm'un Sevme Sanatı kitabının 34. sayfası açılacak. Gerekli malzemeler, bir bir tezgahın üzerine konulacak. Sırasıyla: Filato somon, bir adet kuru soğan, bir adet domates, üç-dört diş sarımsak, defne yaprağı, iki tane sivri biber, bir kavanoz garnitür, azıcık karabiber ve tuz, bir de alüminyum folyo. Yarım çay bardağı öküz gözüne* ve 8 dakikaya ihtiyacımız var. Tam kriz yemeği yani. Her anlamda tasarruf ettin bak.


*Baş aşçının özel notu: Alkol kullanmayanlar için; pişmiş şarap alkol özelliğini yitirir. Eğer yine de şarap koymak istemiyorsanız, az miktarda balzamik sirkede işimizi görür. Aşçıyım, pişiririm, yedirirrim!

Şimdiiiiiiiiiiii... Balığımızı, kucaklayacak kadar alüminyum folyo tavaya konur. Öyle benim sarıldığım gibi kocaman değil, senin sarıldığın gibi kemik kıran şeklinde sarmalı folyo balığı:) Somon güzelce tam ortaya yerleştirilir. Sonra halka halka soğan, kabuğu soyularak küp küp doğranmış domates, boylu boyunca uzanıp sarmaş dolaş olmuş sivri biberler, dört yana dağılmış sarımsaklar somonun üzerine yerleştirilir. Garnitürleri de gelin ve damadın üzerine atılan konfetiler gibi serp kuzum. Karabiber ve tuzun geçiş töreni de tamamlanınca, defne yaprakları yorgan gibi somonun üzerini örtsün. Sonra öküzgözü/balzamik sirke özenle balığa içirilir. Sonra folyoya sarılır. Orta ateşte 8 dakika birbirlerine karışmaları sağlanır.



Geriye kalan üç dakika içinde... Masa örtüsü serilir. Tabaklar konur. Çatal, bıçak ve bardak usulünce yerleştirilir. Sonra helvaaaaaaaaaaaaaaa! Helvasız balık, dişsiz ağız gibi olur. Kakaolu, fıstıklı helva, bol limonlu salata:) Salataya zaman kalmadı diyenlere sözüm. Tavuk tüyü yolar gibi parçala marulları, kes domatesleri al sana Akdeniz Salata. Az Yemekteyiz izlemek gerek:) Saç taranır. Sana hazırlanılır. Derkan kapı çalar..

Bugün sana yeterince söyledim mi bilmem ama SENİ SEVİYORUM..

Gitmeliyim! Yemek pişirmeliyim...


* Bu hikaye tamamen uydurma olup, gerçek kurum ve kişilerle yakından-uzaktan bir ilişkisi bulunmamaktadır.
Tek gerçek: YEMEKTİR!

Afiyet olsun!



Edith Piaf - Padam Padam
Yükleyen
bisonravi1987



ÜÇÜNCÜ GÖZÜN NERENDE OLSUN?

Klasik bir öğle arası. Her öğlen olduğu gibi "zorunlu eğitim" saati. Bir konferans dinlememiz gerekiyor. Serde, çıkıp gitmek var, ama zorunlu olarak kalmak gerekiyor. Ilık bir bahar günü kapalı bir mekanda, hiç ilgilenmediğim bir konuda uzun bir konuşma dinlemek istemiyorum. Bir şeyler atıştırdıktan sonra AYS, Ateş ve ben nefes almak için dışarı çıktık. Nazilli bardakları gibi dizildik yanyana. Ateş ve ben bir fırsat kolluyoruz bu zorunlu eğitim saatinden kaçmak için. Ancak, başgardiyan AYS’ın baskısıyla ilerliyoruz konferans salonuna. "Ben gidecektim" diye serzenişte bulunuyorum. Durgun bir sesle "Nereye?" diyor. Yanıt vermiyorum. Oturuyoruz. Konuşma başlıyor..

Hiç alakam yok ortamla. "Bir saatlik, zihinsel yolculuğuma başlıyorum" diye mırıldanıyorum. "Emeğe saygısızlık olarak almayın lütfen. Zorlama mesayi bu kadar olur" diye ekliyorum. İşte tam o anda "Merhaba" sesi yankılanıyor salonda. Bu ilk ses beni tetikliyor. Tüm düşüncelerimden sıyrılıp, dik oturuyorum. Dikkat kesiliyorum. "Kim bu yaaaaaaaaaaa????" diye fısıldıyorum. AYS şaşkın, şaşkın bana bakıyor. "Ne oldu" diyor? "Sesi hüt hüt kuşuna benziyor bu adamın" diyorum. "Fagot sesli adam yani" diye ekliyorum. Gülüyor. "Töveeeeeeeeeeee" diyor. "Adam 100 yaşında be" diyor. "Adamın sesinin tonuyla, yaşının arasında nasıl bir ilişki var?" diyorum. "Ses yaşlanır mı? Ben, hiç böyle bir şey okumadım" diyorum. Anlamsız birbirimizin yüzüne bakıyoruz, sırıtıyoruz. "Sorduğu soruyu duydun mu?" diyorum. "Yok" diyor. "Ne dedi? Konuşmandan dinleyemiyoruz ki fagot sesli adamı" diyor, basıyor sessiz kahkahayı AYS. Bu arada adam 100 yaşında değil, taş çatlasın 55 falan ayrıca. Cami yıkılmaya yüz tutmuş ama :) Adamın anlattığı konu, kes kel alaka bu satırlara. Ama soru soruş biçimi çok güzel. Konuya girişi, çok güzel. Sesi çok güzel.

Üçüncü bir gözünüz olsa, nerenizde olmasını isterdiniz? diye başlıyor söze hüt hüt kuşu sesli adam. Salonda bir hareketlenme başlıyor. Bir sürü yaratıcı yanıt geliyor. Her zaman yanımda oturduğu için Ateş’in verdiği yanıtı duymak zorunda kalıyorum. Her yurdum erkeğinin düşünebileceği şeyi bu satırlara yazmayacağım. O zaten bu satırları okuyunca yorum bölümünü şenlendirecektir. Aramızdaki ateşkes bozulacaktır!

Yetmişli ve iki binli yıllarda doğanlara sormuşlar üçüncü bir gözünüz olsa nerenizde olmasını isterdiniz diye. Darbe ardından sindirilmiş bir neslin çocuklarının verdiği cevaba ben hiç şaşırmadım. Yetmişli yıllarda doğanların hemen hepsi, yanlış anımsamıyorsan %83'ü üçüncü gözüm arkamda olsun demiş. Eeee çok doğru arkayı kollamak lazım. İki binin çocukları ise üçüncü gözüm parmağımda olsun demişler. Böylece her yeri görebileyim. İşte budur: Her şeye hakim olmak. Bilgiye hakim olup hiçbir şeyi gözden kaçırmamak. Çocuklara bak, biz bu çocuklarla tabi baş edemeyiz. Çünkü, hala arkamızı kollama derdindeyiz.

Hüt hüt kuşu sesli adam sonra konuşmasını sürdürdü. Düşündüm sonra ben gittim ötelere. Beş duyusunu yöneten bir organın yani çok sevgili beyinin sadece % 10’nunu kullanan bir canlıya yeni organlar eklemek neye yarar ki. Hiç materyalistçe bakmıyorum olaya. Etraf akla zarar mutant insancıklarla doluyken ne materyaliz mi? Zihin-beden ikilemi burada ne ki..

Şimdi bir üçüncü kulak, ikinci ağız, beşinci el, dördüncü bacak isteyen; hermafrodit olmaya özenen insanlar çıkarsa ne yaparız diye düşündüm. Herkesin onlarca kalbi var zaten. İçine insan tepmekten, kalp kan pompalayamaz oldu. Kurban olduğum Frankenstain Yaratıcı'ya bu kadar mı kaş kaldırılır ya? Alsana bir göz daha söyle nerende olsun!

Ben bunları düşünürken konferans bitti. Salondan çıkarken hüt hüt kuşu sesli adama son bir kez daha baktım ve mırıldanmaya başladım...





Bird on a wire Leonard Cohen
Yükleyen rozenfelds - See the latest featured music videos.

BİR YOL HİKAYESİ

Haydarpaşa-Gebze Hattı
İstanbul ya da belki de Kocaeli
İki vagon arasında geçiş yaparken bir el görüp deklanşöre bastım
Hikayelerini hiç bilmediğim bir ikilinin fotoğrafı.
Belki baba kız, belki ..
Bambaşka bir birliktelik.

Haziran 2008
Özgür Çakır




Yaşamın nev baharına doğru bir yolculuktu benimkisi. Issız bir adaya düşsem, yanıma alacak mutlu kaç gün bulabilirim diye düşünüyorum. İnsanın ruhundaki kışlıkları soyunması öyle kolay değil. Yaşam uzun kollu geçmiş bedenimde. Kışın çetin tarafı işlemiş her hücreme. Mevsimin verdiği bir alışkanlık var. Kış, soğukluğuyla acılara duyarsızlaştırmış beni. Belki de masalın Kibritçi Kız'ı benim. Annem okuyamazdı masalın sonunu. Yüreği ısıtan hayalleri, ölümle donduran bir masalı hangi anne çocuğuna uykudan önce okuyabilirdi ki? Oysa ben bilirdim, acılar hep baş köşede oturan misafirdir. Çünkü onları bellekte canlı tutan çok fazla çakıl taşı vardır. Bu nedenle belki de daha kolaydır, ıssız bir adaya düşsem yanıma alacağım ayrılıkları bulabilmem.

Yolculuklar korkutur insanı. Oysa, her yol bir dokunuştur. Her yolda bir hikaye vardır. Görebilene! Kendi hikayesine gömülmüş olanlar, başka diyarlara yolculuk edebilirler mi? Her şey zaman ya da para değildir. Yola çıkacak enerjin var mı? Bedeni ayakta tutacak cesaretin, ruhuna yelken açacak gücün var mı? Bir trene binip yolda kaybolmaya, kadere hükmetmeye gücün var mı?

Yolda seni bekleyen, gelincik ya da kenger olabilir. Gidip de dönmemek var. Dönüp de bulamamak. Dudağında eski zamanlardan kalma bir şarkı. Avut kendini sığındığın güftelerle. Kiracılık zamanları bitmekte. Yakınlaşıyor ev sahibi olacağın zamanlar. Nereden mi biliyorum bunu? Yaşam beni bir taraftan öbürüne taşıyor ama, bilemiyorum hangisine... Ben yüreğimi genişletene komşu olmak derdindeyim.

Hayat, dengede durma sanatı...
Hepimiz birer cambazız aslında.
Sadece bazılarımız usta..
*


Hayatı siyah beyaza boyadığım zamanlar. Rüzgarın hırsı banadır. Sen aldırma. Kara trendir benim ömrüm. Geç kalan, benim yaşamaya. Kim kesmiş benim yaşam biletimi bilemedim. Kara taşın üzerindeki kara karıncayı gören Rabbim mi yoksa hayat mı? Poyraz bey (rüzgar!) git başımdan. Benden biçeceğin tek şey hüzün. Hala direniyorsan gel gir koynuma da sürün. Gücünü yetiremezsin bana. Saçlarımı dağıtır, eteğimi uçurursun telaşım yok. Zamanı döndürür bana rüzgar. Her çarptığında içimde bir dalga yükselir. Belki de bu nedenle pencereye sokulurum. Elimle dünyaya tutunurum.


Tutunamadığım mavilere bakıp giderim usul usul. Az ötemde, kendimden ötelediğim bir mutluluk. Çift olmak ne güzel. Oysa ben! Hep ben, sadece ben, bir ben. Hani yalnızlık Allah’a aitti? Gel de daha sıkı sarılma şimdi pencerelere. Bana dünyayı gösteren, bir o kadarda beni dünyadan koruyan pencereye..

Yol Bitmez..



* Alıntı: Erkan Bal

Uygun Adım - II



Dayadı gagasını pencereme
Öylece kala kaldı
Çoktan güneşi tavsamış bir baharın içine kondu
Sessizce bekledi
Sanki, dünyayı bi uçtan diyerine arşınlamış gibiydi

Bakıştık
Uzun uzun
Gözlerimizde yakalanma telaşı olmadan
Sonra yine
Sonra yine
Bakıştık
Gitmedi
Kaldı penceremde
Günü birlikte yaşadık

Yağmurdan mı kaçtın dedim
Ses vermedi
Aç mısın dedim
Baktı gülümsedi
İlla senden sebepleceksem bırak da gül yüzüne bakayım dedi
Sen gül
Ben bülbül
Sustum
Onun sessizliğine uydum

Durdum
Elimi uzattım
Tam dokunacakken, geri kaçtım
Gerçek değilse kaybolmasın
Kalsın istedim

Güldü
Sen ne kadar varsan, ben de o kadar varım dedi.
Ardımı döndüğümde gitmişti.
Bana kendi dilinde sevdasını bırakarak...



Fotoğraf: Özgür Çakır

Yaşanmışlıkların Elbise Olarak Asıldığı Gardroptan Bir Gün Giydim

Bir gardrop düşündüm bugün. İçinde, yaşadığımız zamanların asılı olduğunu düşledim, elbise niyetine. Elimi askıya atsam, bir takvim yaprağını üzerime geçirsem. Bazı günler sarsa bedenimi, bazısı bana dar gelse ya da eğreti kalsa üzerimde. Tıpkı o günleri yaşadığımdaki gibi. Hani bazı günler coşkuyla günün içine koşarız, bazı anlarda bezginlikle hayattan kaçarız ya, işte öyle olsun istedim. Yaşanmışlıklarımızı sakladığımız bir gardrop olsun. İstediğimiz güne gidelim, o günü giyelim. Kendimizi giymek yeniden, şimdiki bilincimizle. Pişmanlıklar, kavuşmalar, ayrılıklar, doğum günleri, ölümler, bayramlar, sıradan zamanlar… Sesler duyulsa gardrobun içinden: Fısır fısır, uğultu belki, ya da haykırış. Böyle bir gardrop düşündüm bugün. Yaşadığım her gün bir elbise olsa diye geçti içimden. Ne giyeceğim derdinden kurtulurdum o zaman. Kendimi giyerdim her gün. Aslında her gün değişen, beni giyerdim. Moda ben olurdum o zaman. Sahiden kendi modamı yaratırdım. Her gün değişen ben, her gün başka bir alem. Yüzümdeki çizgiler, ertesi güne taşıdığım sözler, bilgiler, düşler, düşünceler, duygular… Eski zamanların asılı olduğu bir gardıroptan elbise giymek istedim bugün.

Hangi günü giymek isterim diye düşündüm. 15.12.1967′i giymek istiyorum: Anneanne’min öldüğü günü. Açtım gardrobun kapısını, aldım günümü giydim. İlk defa denenen bir elbise merak uyandırır insanda. Bu elbise başka. Sandık lekesi var üzerinde. Uzun zamandır giyilmemiş. Rengi siyah! Rengi kızıl!

Cenaze merasimlerinde fotoğraf çekilmez. Onca acı içinde kimsenin aklına gelmediği içindir belki. Bu dünyaya veda ederken bir fotoğrafı olmalı insanın. Fotoğraflar tanık çünkü. Fotoğraflar delil. Bende bir fotoğraf var, Anneannem'in ölüm gününe ait. Bazen belleğimin tozlu raflarından çıkartıyorum bakıyorum o fototoğrafa . Sanki ben çekmişim. Oysa deklanşöre basan kader. Bir karenin içinde tüm ailem var. En çok dikkati çekense, Dedem. Benim tanıdığım adam değil sanki. Her şey siyah beyaz ama, her şey sanki kızıl o fotoğrafta. Acı hissediliyor. Kan damlıyor Dedem'in yüzünden. Yalnızlık akıyor alabildiğine. Tek kalmışlık. Annem, abime hamile 7 aylık . Yirmi bir gün sonra ilk bebeğini, erkenden doğuracak. Acısı içine vurmuş. Bebeği, acıdan erken doğmuş. Babamın, elini sımsıkı tutmuş Annem. Babam sanki orada, aynı zamanda değil. Kaçmış acıdan. Birinin ayakta durması gerekiyormuş, o da kendisiymiş gibi. Bir rüzgar esse herkes düşecek, bir babam dimdik dikilecek. Kim, neden vermiş bu görevi ona anlamadım. Oysa ağlamak, haykırmak onunda hakkı. Teyzem bu takvimden yaklaşık iki yıl sonra, ikinci bebeğinin kırk üçüncü gününde annesinin yanına gideceğinden habersiz. Dayım on beş yıl sonra onlara kavuşacak, bunu bilir gibi bakmakta. Etrafta onlarca insan var tanıdık, tanımadık. Ben gardroptan bu günü giydim. Çünkü adını aldığım Kadın’la konuşmak istedim. Erken gidişi sorgulamak değil niyetim. Söyleyemediğim bazı şeyleri söylemek istedim. Uzun zamandır içimde sakladığım sözleri Anneanne’me söylemek istedim.

Biliyor musun Anneanne, ben Anneler Günü’nü hiç sevmiyorum. Anneler Günü, Annemin ağlaması demek çünkü. Mutfakta gizli gizli ağlayan bir kadın gelir gözümün önüne bu günde. Annem ağladığını görmemizi istemez. Üzülmemizi istemez. Anne çünkü!

Her yıl Anneler Günü’nde kahvaltı sofrasını Babam hazırlar bizim evde. Elinde nergis ve simitlerle gelir. Annem gülümser. Hediyeler verilir. Keşke, Seni verebilseydim Anne’me Anneanne! Anlatabilseydi sana yaşamdaki mutluluklarını. Neler yaptığını. Başarılarını, hüzünlerini, kayıplarını. Kızın, çok güzel bir kadın Anneanne. O benim Annem. Hala simsiyah saçları. Gözleri, zeytin karası. Annem’e çok benziyorum ben. Onun geçliğiyim! Bana öyle sesleniyor. "Gençliğimsin" diyor bana. Annemin gençliğiyim ben. Kendime pay çıkartmak değil bu. Ben de güzelim demek değil. Anneme benzediğim için övünmek belki. Annem, çok başka bir kadın. Bu coğrafyada varolabilen, üç evlat yetiştirmiş, iş ve ev hayatı arasında denge kurmayı başarmış, aile olmaya en az senin kadar önem vermiş bir kadın annem. Rolleri ve sorumlulukları arasında kendi olmayı ihmal etmemiş bir kadın benim Annem.


Senin adını taşıyorum ben. Bu çok büyük bir sorumluluk. İki ismim olunca, iki hayatım var sanki. Dedem bana hiç adımla seslenemedi biliyor musun? Gidenler içinde en çok Dedem’i özlüyorum. Onu görüyor musun? Senden sonra evlendi, Ona alınıp, gücenme. Sen gibi kimseyi sevmedi ben biliyorum. Biz konuşurduk seni. Cüzdanının içinde sakalrdı fotoğrafını. Kimsecikler bilmezdi benden başka onun seni nasıl sakaldığını. Dedem, tek ve gerçek oyun arkadaşımdı. Dert ortağım, sırdaşımdı. Onun, sana gelişinin ardından çok yalnız kaldım ben. Dedemi görünce öp benim için tamam mı?

Annemin sana söyleyeceği çok şey var aslında Anneanne. Torunu var biliyor musun Annemin. Senin kızının torunu var. Beş yaşında afacan bir erkek. Yağlı boya resimler yapıyor. Sanatçı olacakmış büyüyünce ya da okyanus bilimci. Annem seni anlatır Ilgaz’a. Bazen fotoğraflara bakar uzun uzun. Senin anlattığın masalları anlatır torununa. Annem, seni çok özledi. Ben biliyorum!

Sen, annene kavuştun mu orada acaba? Kızın ve oğlun yanında. Kocanda! Ama Annem gelmeyecek uzun bir zaman daha yanınıza. Çünkü o daha çok şey yapacak burada. Seni çok özledi! Özlesin! Bencillik sayma ama Annemi daha bekleyeceksin. En az onun seni beklediği kadar. Çünkü daha ben anne olmadım. Bana “anne” diye seslenecek bir çocuğum yok. Yaşamımdaki tek keşkem bu biliyor musun Anneanne. Benim bir çocuğum yok! Başka çocuklarının kokusunu içime çekiyorum. Ilgaz’a bakıyorum. Ama kendi çocuğum olsun istiyorum. Annem benim çocuklarımı görmeli. Benim gibi anneannesini, annesinden dinlememeli çocuğum.

Beni de bekle biraz daha yapacak çok şeyim var buralarda. Orada 5 çayına gidilir mi? Hediye verilir mi? Dertleşilir mi? Bir ömrü paylaşamadık, anılar biriktiremedik ama yine de yaşadım ben seni. Artık Annem ağlamasın! Uzamış bir yas değil onunkisi ben biliyorum. Sadece özlem! Anne demek başka bir şey. Birinin sana anne demesi…

Bir gardrop düşündüm bugün. Bu dolabın içinde yaşadığımız zamanların asılı olduğunu düşledim elbise niyetine. Gardrobun kapısını araladım, siyah beyaz fotoğraflar karşıladı beni. Eski zamanların kokusunu çektim içime. Yaşanmışlık! O fotoğrafa baktığımda, herkesin hala o günü yaşadığını düşündüm. Bir başka baktı insanlar gözüme. Sessizliğin içinden o zamanın ruhu haykırdı. Yalın bir dokunuş vardı. Anneannemle konuştum uzun zaman sonra. Senin ona verdiğin Anneler Günü armağanlarını anlattım. Ayrılıklara karşı durdum bugün.

Sonra bir düş kurdum Anne’m! Bir gün! Papatya mevsiminde… Elimde çiçeklerimle kapını çalacağım. Bir elimde Deniz’le! Ben Deniz Anası:) O güne kadar sakın bir yere gitme Anne’m! Seni çok seviyorum.

Anneler Günün kutlu olsun Anne’m!

Varoluş Savaşının İki Mağlubu: Zihin ve Beden

İlk soluk dünyayı ısıttığından beri insanın özünü arama savaşı devam ediyor. Dün ettiği gibi bugünde devam ediyor. YARATILIŞ destanının iki ögesi zihin ve beden, Habil ve Kabil misali üstünlük yarışında. Bu elementler çarpışmasında galip gelen henüz yok. Ortada tek bir varlık var: İnsan. Varoluşun kurallarını belirleyense zeitgeist yani “zamanın ruhu”. Durduğumuz noktada zamanın ruhu ise materyalist.

Zamanın ruhunun ibresi göstermektedir ki, eski dünyanın miti materyalizmin yeniden hortlamıştır. Hortlakların, cinlerin, perilerin, büyücülerin bastığı bir dünyada "yeni" diye birşey yoktur. Zihinler eğer simyacı mantığı ile işlemeye başladıysa da, ortada ciddi bir sorun var demektir. Çünkü insanın çabası, Lokman Hekim misali bedeni ölümsüzleştirme çabasına dönmüştür. İşte bu dönemlerde vampirler türer. İşte bu dönemde insan kendi mutantını yaratır. Biz de öyle yaptık. Keşfetmenin dayanılmaz ağırlığı altında ezildik. Frainkestain’in bir gün Dolly’i doğuracağını hesaplayamadık. Bu tıpkı Amerika'nın kendi küçük ülkelerini doğurması gibiydi. Bunu göremedik. Kadınların erkek, erkeklerin kadın gibi olduğu bir dünyada yaşamaya alıştık. Aslımızdan uzaklaştıkça, kıyamet senaryolarını kulaktan kulağa fısıldadık. Kıyamet çoktan koptu! 2012'de çarpacak olan göktaşını bekleme. Bir bak etrafına her yer kıyamet alametleriyle dolu. Nerede bu zamanın Guazimodo'su? Sefilinin kim olduğu belli de dillendiren yok.

Materyalizme göre esas olan maddedir; yani BEDEN. Bu görüşe göre canlı fiziksel bir varlıktır; bunun dışında da herhangi bir öğe aramaya gerek yoktur. Biz bedenleri terk edeli çok oldu, ya da bedenler bizi. Öylesine materyalist olduk ki botoksladık dünyayı. Belki de yeterince botokslamadık dünyayı. Hala selülit işgali altında kalırmıydık yoksa?
Esas olan maddeyi çürüttük. Şimdi başka maddeler derdindeyiz. İnsan olmayan; anı, kanı kemiği olmayan maddeleri keşfetme derdindeyiz. Mükemmeli ararken mutantlar yaratan bir materyalizmin esiri olduk. Biz bedeni öz’ünden çıkardık. Beden yetmedi şimdi akıllara sardık.

Dünya, postmodern materyalist artık. Yeni dünya “materyalist”, üstelik en zihinselinden. En zihinselinden çünkü madde, zihin bugün. Akıl, bugün dünyaya hükmediyor. Akıl çağı diyoruz. Ama akılsız yola çıkıyoruz. Herkes US'lanmıştı. Şimdi, us'ul us'ul kendini sahici aklını arıyor. Glaballeşen dünyada, cool'laşan duyguların erittiği bir sistemde insan özüne bulmak için çabalıyor. Tüm bu süreçte akıl tüm dertleri çözecek anahtar konumunda, ama...

Akıl öyle bir güç ki: Tetikçi doğurabiliyor.


Akıl öyle bir güç ki:
İşinden kovuldu diye eve gelip karısını, kızını, kızanını, oğlancıkları kara toprağa gömdürebiliyor.

Akıl öyle bir güç ki: Testere ile baş kestirebiliyor. Kırk parçaya böldüğü genç bir kızı, gitar kutusuna saklayıp çöp kutusuna attırabiliyor.

Akıl öyle bir güç ki: Bir komutla 45 canı adı töre, namus, inanç uğruna katledebiliyor.

Akıl öyle bir güç ki: İstedi mi insandan gidebiliyor. Akıl; bedene boş ol diyip, bir daha geri gelmemek üzere gidebiliyor.

Yaşamım boyunca tek bir gün "aklımın başımdan gitmesi" için tüm servetimi verebilirdim. Servetim, yani tek sermayem aklımdır. Tek bir gün, akıldan gitme yolculuğunu yaşamak isterdim. Bunu istiyorum. Çünkü, bedeni terk etmenin, nasıl bir şölen olduğunu kavramak istiyorum. Ölmeden beden gitmeyi hissetmek, kurgudan öte inanılmaz bir deneyim olabilirdi. Belki o zaman tüm bu olup bitenleri, bilinç çizgisinde anlamlandırabilirdim. LSD belki bu işi görür ya da mariuana. Bedenden gitmenin yasal yolu var mı acaba? Bedenden gidince, gerçek saydığımız şu dünyanın aklını kavrayabilir miyim gerçekten? Anormal, saydığımızdan normale bakmak: İşte büyü bu olurdu yaşamımda. Normalden, anormale bakmak çoğu zaman can yakmakta çünkü.

Eğimine yandığımın dünyası bugün akıl olarak yürekleri pusulamıştır. Beden kaybetmiştir varoluş savaşını. Bugün zihin de bedenin arkasından gitmektedir.

Sonuç olarak, insan ırkının ötekileşme süreci başlamıştır.
Farketmeden!




Farketmeden - Fikret Kızılok
Yükleyen barrlass - See the latest featured music videos.

Öte yakaya geçmek: TÖRE CİNAYETİ*



Hayatla, arama bir duvar ördüm
Ne, o beni görüyor
Ne de, ben onu
Hüzünler,
Yorgunluklar,
Bekleyişler
Benim tarafımda kaldı
Aşıklar,
Palyaçodan rol kapmışcasına giyinmiş tombik kız,
Denizin derinliklerinde bakıp zenginliği umanlar
Öbür tarafta...


Uzağa bakıyorum
Kendi içimdeki uzağa
Varla yok arasında bana göz kırpan
Ufuk çizgisi ne kadar yakın oysa


Hava sıcak.
Çok sıcak!
İçim kurudu
Tenimin sıcaklığı canımı yakıyor
Sıcaklığa ter ve gözyaşı basıyorum
Akıp gidiyor bir bir içimde uzak diye sakladıklarım
Hafifliyorum
Hafifledikçe dünya daha bir büyüyor gözümde
Küçüldükçe küçülüyorum...


Saklandım duvarın karanlığına
Küçük kalmak istemedim
Kocaman dünyada, minicik..
Yel esti denizden üzerime
İçim Titredi
Üşüdüm
Sımsıkı sarıldım kendime
Teklik nasıl da ağır geldi bana
Sokuldukça sokuldum taşa
O bana, ben ona dayandık
İkimizde yalnızdık
Tek farkla
O gündüzün sıcağını, ben gecenin karasını almıştım.


Dayandım, kendi ördüğüm duvara
Kimse bilmedi
Kimse görmedi beni
Hayat bir merdivendi
Arada bir durmak gerekti
Şimdi karar vakti


Öte yakaya geçmek için kaç gün daha tüketmeli...


* Adı Sevgi olan bir kız ve yakını 44 kişi öldürüldü.
Tüm bu cinayetlerin nedeni: TÖRE
Televizyonlarda kızmızı yemenisi ile çektirdiği fotoğrafı ile gördük Bilge Köyü'nden Sevgi'yi
Sanki dayı oğluyla değil, amca oğluyla evlenseydi n'olurdu ki...
Bu coğrafya da hayat bu kadar işte!



Fotoğraf: Özgür ÇAKIR