Bir Poşet Çaylık Yalnızlık

Sabahları zorla uyandırılmış bir çocuk gibi kara yüzlü Ankara. Oysa mevsim hala yaz.  Hele çay ile demlenme vakitlerinde balkonda şalsız, hırkasız oturulmuyor. Ay, güneşin arka yüzü ama mecalsiz. Işıtmıyor, ısıtmıyor. Sahiden gece olmuş. Saksının içine saklanmış sensorlu aydınlatmalar da olmasa çocukluk korkularım hortlayacak. İmdadıma bir bardak çay yetişiyor.

Kocaman demliği tek başıma götüremeyeceğim için poşete vuruyorum kendimi. Ömrünün son demlerini yaşayan sararmış mevsim çiçeklerinin arasında hiç yorulmadan dönüp duran rüzgârgülü çekiyor dikkatimi. Geceye tezat hareketliliği yaşam dolu. Sıcak suyu dolduruyorum ince belliye, daldırıyorum içine poşet çayı. Suyun içinde efkârlı bir duman gibi dağılışına ve bir süre sonra sinsice tüm bardağı kaplayışına bakıyorum. İçim ürperiyor. Ne zaman yola çıkacak olsam böyle oluyorum.

Bu gece, gidiş öncesi… Üşüyorum. Bozkırın ağustosu işliyor iliklerime. Gündüzü yaz, gecesi kış olan bozkırın insana ne zaman uzun kolluları giydireceği belli olmuyor. Ayazda çıplak, çırılçıplak kalmış gibi hissediyorum. Bi başıma… Oysa evimin balkonundayım. Kollarımla sarıyorum bedenimi. Önümde duran çay bardağına bakıyorum. Bir dudak payı mesafesi aramız. Oturduğum yerden belli belirsiz seçebildiğim bavula selamlaşıyorum. Çocukluğumun demleme çayları yakıyor gırtlağımı. Gözümün önünde kırmızı terliklerine sıkıca sarılmış o küçük kız çocuğu beliriyor yine. Gözlerimi yumup, sağa sola sallıyorum başımı, sanki birazdan gözüme kaçacak kum tanelerini savuşturur gibi. Hangisi daha ürkütücü bilemiyorum. Karanlık mı yoksa belleğimde canlanan izler mi?  

Kitabımdan bir cümle daha okuyorum. Bardağımdaki poşet çay çoktan demini almış. Tam ince belliyi yakalamışken bileğimde bir sıcaklık duyuyorum. Koynunda saklı kırmızı terlikleriyle kız çocuğu duruyor hala bavulun yanında. Gitmeler ve gelmeler arasına sıkışmış, götürdükleriyle getirdiklerini bir türlü tümlemeyen diğer oyuncularda bavulun etrafına çörekleniveriyor bir bir. Uzuncadır rafta ters çevrilmiş duran fotoğraf karesi canlanıveriyor zihnimde.

Annem yükte ağır, pahada hafif çul çaputu yüklerken bavula, karnını şişiren onca olayı haykırmaktan geri durmuyor babamın yüzüne. Annem odanın içinde dolanıp dururken sadece bavula bakıyorum. Kırmızı terliklere bu gidişte bavulda yer kalmayacak biliyorum. Annem hışımla kapatıyor bavulu, gözü hiçbir şeyi görmeden yöneliyor kapıya. Uzun koridor boyu itişe kakışa yürüyen bizimkileri izliyorum. Kâh kapının önünde, kâh apartman girişinde, bazen arada bir yanıp bir sönen demokrasi neferi sokak lambasının önünde sulh edene kadar olduğum yerde sarıldığım kırmızı terliklerimle ayakta bekliyorum. Her yıl benzer seremoniyi yaşıyoruz.  Yaşım ne kadar büyüse de değişmeyen tek şey o bavulun hatta evde içinde ne kendime ne de terliklerime bulamıyorum. Ve nereye gidersem gideyim içi hep boş, hiç dolduramadığım bir bavulla dolaşıp duruyorum.

***

Bildik yollardan geçerek işe gelmenin en güzel tarafını düşündüm. Aklıma bir şey gelmedi. Ölesiye açım. Beynime kan gitmediğinden aklıma bir şey gelmemiş olabilir. Veysel abi görünüyor merdivenlerin başına. Namı diğer “Simitçiler Kralı”. Konuşmadan tutuşturuyor elime simidimi, bakamdan alıyor parayı. Merhaba ve iyi günler anlamına gelen tek kafa sallamayla sürdürüyoruz iletişimimizi. Ofise gelince ilk iş basıyorum su ısıtıcısının düğmesine. Poşet çayın kâğıdını açmamla kızılca kıyamet kopuyor. “Usulca açtım oysa kâğıdını bu sesler çaydan gelmiş olamaz” diye düşünürken, ne olduğunu anlamaya çalışıyorum.  Ayaklarım beni koridora doğru itiyor. Görüntüleri insana benzeyen, kare şeklinde paketlenmiş ve üzerlerine elbise geçirilmiş geçkince iki kadın, sekreter Nigar’ı gagalayan saksağanlar gibi karşımda duruyor. O sırada nedense su ısıtıcısının düğmesinin bozuk olduğu geliyor aklıma. “Kendi kendine kapanmayacak ve içinde azıcık su vardı” düşüncesiyle zihnimi dövüyorum. Dün gece gibi bu sabah da çay içmek nasip olmayacak. Ve kavga başlıyor…

Nigar becerikli kızdır, türlü belaları savuşturur ama bu seferki farklı. Poşet çay ve simitin flörtöz duruşu sinirlerimi bozuyor. Suyu kaynatamayan ısıtıcıya sövecek zaman bulamadan kadınlardan birinin haykırışıyla kendime gelir gibi oluyorum. “Biz burada bekleşirken nasıl simit yersin? Utanmadan yanında peynir ve zeytin. Bal, kaymak da ister misin canım?”. Gözüm Nigar’ın başının üstünde sallanan saatle buluştu: 8.42… Sabah sabah bu kadar enerjiyi nereden buluyorlar hiç anlamamışımdır. “Ya sabır!” deyip dönüp su ısıtıcısına bakıyorum. Neyse ki kendi halinde kaynamaya devam ediyor. Kadınlardan öteki alıyor sazı eline “Burası yemek yeme yeri mi?”. Nigar “sistem yok, giriş kaydınızı yapamıyorum” diyor sakince ve bir lokmacık simidini ağzına atarak. Tuhaf Nigar’ında çayı yok. Onun bu kayıtsızlığı karşısında kadınlar daha bir delleniyor. Sesler ayyuka çıkmış durumda. Derken bir hasta yanaşıyor yanıma. Bir şeyler söylüyor ama ne dediğini anlayamıyorum. “Bi saniye” deyip Nigar’a doğru yürüyorum, çay suyunun fokurdadığını duyarak. Kadınlardan biri panter misali dalıyor Nigar’a. Tek dalış işe yaramıyor Nigar savunmada. Bir Kırkpınar şenliği başlıyor. Tükürükler, salya, sümük yumruk, küfür rezilliğin bini bin para… Bizim postalar ne cehennemler acaba? Kadınlar alıcı kuş gibiler. “Burası çocuk kliniği, sakin olun biraz. Bakın sabileri ürkütüyorsunuz” diyorum. Sanki sözlerim raunt arası. Bir nefeslenip “Haklısınız hocam ama biz beklerken yemek yiyemez. Bizimle böyle konuşamaz” deyip tekrar çirkefliği kuşanıyorlar. O sırada küpeli delişmen bir başka hasta yakını “Kadınlara böyle bağıramazsınız” diye çıkışmasın mı? Nigar yeni bir cephe açma konusunda kararlı adımlarla onun üzerine yürüyor bu defa “Biz neyiz burada trans mı?” Hayda! Şimdi de cinsel ayrımcılık konusunda başlıyor münakaşa. Sonunda müstahdemler yetişiyor. İki cılız biri etine dolgun üç adamı hallaç pamuğu gibi atıyorlar koridorun sonuna Nigar ve meydan muharebesinin diğer üyeleri. Derken sekreterimiz kuyruğuna basılmış kedi gibi avaz avaz “Güvvvvvvenliiiiig!” diye bağırıyor. Fellini filmlerinden birinin bir sahnesine hapsolmuş gibiyim. Gele gele ahu gibi bir kız gelmesin mi güvenlikçi kılığında. Yürüyüşü arkamdan gel kıvamında. Kalabalık sütliman. Koridorun sonundaki odamda çalışan su ısıtıcının haykıran sesini bile işitebiliyorum. Sabah bana bir şeyler soran hastanın sesi de cabası. Telefonda birine olanı biteni anlatıyor:  “Anammm tam telezondaki gibi gız. Hiç bu kadar yakından görmemiştim olup bitenleri. Keşke sende olaydın da birlikte yaşayaydık bu macerayı…” Güvenlikçi kızın büyüsünden midir nedir olaylar sanki yatışıyor. Nihayetinde kadınlar şikâyetçi olmaya karar verip soluğu başhekimin odasında alıyorlar. Kadınların şikâyetçi olacağını işiten Nigar durur mu? Değme artiste pes dedirtecek şekilde başlıyor sinir krizi geçirmeye. Ayılıp bayılıyor. Hurra herkes Nigar’ın başına. Nigar bu dilini tutar mı hiç. Arada gözleri açıp laf sokması da yok mu? “Hastanenin 15 TL ye ihtiyacı varsa ben vereyim de bunlar gibilere bakmayalım. Dilerim Tanrı’dan devasız dertlere tutulursunuz da sülükten doktor diye medet umarsınız” demesin mi… O sırada film kopuyor. Koridor meydan savaşı sürerken tek eksik Red Kid ve Daltonlar sanki. Benim burada ne işim var deyip soluğu odama alıyorum. Kapıyı kapatıp tüm dünyayı ardımda bırakıyorum.  Buharlaşan suyun yüzüme vuran sıcaklığı eşliğinde simitten bir ısırık alıp poşet çaya hüzünle bakıyorum.


***
uzakta olacağım
zaten yan yana değilsek
hep uzak

Sen çalışırken ben günü yaşadım. Azıcık. Aylaklık ettim sayılmaz. Çalıştım. Çalıştım da günden payımı da aldım. Hakkım kadarını aldım merak etme. Tamam, tamam itiraf ediyorum hınzır kedilik yaptım birazcık. Kızma! Pencereden baktım bi ara, hayal kurdum. Hayal kurmayı seviyorum. En gerçeğinden hayaller kurmayı ama. Yasaklanmadan az  gündüz düşü gördüm. Bu gündüz düşlerini çok seviyorum. Çünkü bu sayede seni görmem için illa gece olmasını beklemem gerekmiyor. Seni hissetmem için uyumam gerekmiyor yani. Gündüz düşleri için yüreğini açman yeterli, yatak yorgan gerekmiyor. Bir pencere görünce burnumu dayıyorum gökyüzüne bakıyorum. Türkü mırıldanıyorum, anneannemin öğrettiği duaları okuyorum, senin yüzünü gözümün önüne getiriyorum. Mutlu oluyorum. Mutlu olmak çok kolay aslında. Bir pencere olsun yeter.

Pencereleri çok seviyorum. Pencere sana açılan kapı. Yola bakan o küçücük cam parçasından başımı uzatıp sana bakıyorum. Bugünlerde pervaza bir kuş dadandı. Güvercin değil. Ona sokak kuşu adını verdim. Ne zaman seni düşünsem, sokak kuşu pencereye geliyor. Onunla seni konuşuyorum.

Bu öğleden sonra sarı yazın ilk renklerini buldum. Atkestanelerinin yaprakları kızarmış. Sende gör istedim. Tüm renkleri zihnime kazıdım. Daha önce görmediğim renkler bunlar. Biliyor musun ağaçlarda yaşama
tutunmaya çalışan yapraklar var, inadına yemyeşil. Ama yerdekileri görmen lazım. Yeni sarı, eski sarı ve çürümüş sarı… Sarı kış gördün mü sen! Allah baba yapmış bu sabah  bizim için görelim diye. Ben senin içinde baktım. Nefes alınca burnun yanıyor bahar gibi. Onca soğuğa karşın, onca acıya karşın gizliden kışa bahar gelmiş. Sen de hisset istedim. Çocuklar ne kadar mutlu bir görsen. Gitsem yanlarına saklambaç oynasam, sobelesem hepsini. Çocuklarla dans etsem yaprakların üzerinde en sarısından. Çocuklara uzaktan bakan kediler var. Yatağımızı mahvettiniz diye inceden incede gırlayan kediler. Bir yakalasalar çocukları! Kedileri görmen lazım.

Bu sabah pencereye geldi yine sokak kuşu. Simidim vardı elimde. Az ufaladım koydum önüne. Çayımı veremedim. Kıyamadığımdan değil. Hep ister diye düşündüm. Çayı bilsin istemedim. Doğasına aykırı gibi şeyler hiç düşünmedim. Sıcaklığı bilirse hep ister. Sıcaklığı bilsin istemedim. Bilmediğin şeyleri istemiyorsun çünkü. Bilmezsen canın çekmiyor, özlemiyorsun. Herkes simit verir olmadı ekmek verirler. Ama soğukta bi bardak çayı kim verir bir sokak kuşuna. Seni düşündüm. Sıcaklığını düşündüm. Sen çalışırken ben düş gördüm.  Gündüz düşümde seni gördüğüm.

Yavaş yavaş zaman akıp gidiyor. Öğleye koyuldu gün. Gökyüzü beyaza çaldı soğuk çıktı. Güvercin gitti. Simit bitti. Gündüz düşü yok. Pencere kapalı. Ve önümde bir bardak poşet çay yalnızlığı… 

Görsel:
jelibonbahcesi