Cep

Elimi cebime attığımda maziden kalma sinema biletlerine, unutulmuş paralara ya da yiyecek kırıntılarına gülümseyemiyorum artık. Ellerime hüzünler takılıyor.

Oysa o filmi ben seyrettim.
O çikolatayı ben yedim.
Kim bilir o parayı ne için bozdurdum, sonra da ya üşengeçlikten ya da vakitsizlikten cebime sıkıştırıverdim.

Cebimden çıkanlar beni yaşanmışlıklarıma götürür, bilirim. Günden kalanları şimdiye taşımak içindir cepler, siz de bilin. Cep, belleğin karanlık kileridir. Birşey unut ki cebinde, olmadık bir yerde ansızın hınzır ve utangaç bir dışavurumcuyla karşılaş. İş toplantısında eline sümüklü bir mendil gelsin, sevginle yürürken eskisiyle gittiğin kafeden aşırdığın çay şekeri paketi dudağında çekingen ve iç buran bir gülücüğe dönüşsün, en züğürt kaldığın anda avucundan tüm bedenine yayılan beş, on liranın sıcaklığını yaşa.

Bu sabah elimi cebime attım, boşlukla tokalaştım. O gün sanırım cebimde saklayıp, gelecekte kendime armağan edebileceğim bir şey yaşamamıştım. Sahi “bu ceketi en son en zaman giydimdi” ben diye geçirdim aklımdan. Kayıtlarda tek bir iz yok. Aklımın sınırlarını zorlarken, bir taraftan da cebimde bir kuyu açıyorum. Sanki gizli bir bölme var. Çok uzakta değil. Biliyorum. Birazdan elime bir şeyler gelecek. Birkaç dakika sürüyor arayışım. Kırgınlıktan mı kızgınlıktan mı anlımda boncuk boncuk terler birikiyor. Yeni yetme heyecanı sanki yaşadığım. Bir şey buldum derken kaybetmek… Boşlukla tanış olmak böyle bir şeymiş, anlıyorum.

Üzerimdekini bir anda çıkartıp, çok cepli bir mont alıyorum gardıroptan. Bir çırpıda giyiniyorum. Aynadaki aksime bakıyorum. Ellerim gizli kasada saklı duran nadide mücevheri almaya hazır hırsız misali. Fermuarlı cebi açıyorum usulca. Sanki biri bana bir eşek şakası yapmış da korkunç suratlı bir palyaço fırlayacak cebimden. Kalbimin sesi dışarının hengâmesini bastırıyor. Yok. Hiç bir şey yok. Sol da hayat var derlerdi bir de. Onca cebi olan monttan hiç mi bir şey çıkmaz. Çıkmadı. Arayışımın sesiyle konuşuyorum. Fermuarın, trenin raylar üzerindeki hareket etmesi gibi bir aşağı yukarı, sağa sola hareketi, ellerimin ne bulacağını bilmeyen ürkek dokunuşları, kimi zaman hoyrat, kimi zaman mahcup, kimi zaman hırslı halleri…

Birkaç dakika içinde ceket, palto, pantolon, şort denizinde yüzer buluyorum kendimi. Hepsinin cepleri yoklanmış. Geçmişten, bugüne gelen bir şey kalmamış ceplerimde. Yalnızım. Ceplerim kadar boş. Oysa cebimde bir dünya saklıydı. Ne oldu benim dünyama? Sakız, çikolata kâğıtlarına, fındık fıstık kabuklarına, karalanmış resimlere, tutulmuş notlara, metro, otobüs biletlerine. Ne oldu?  Yıllarca yaşadığım ne varsa rakı bardağındaki buz misali eriyip gitti cep yalnızlığında. 

Aynadaki yüzü yerleri süpüren küçük kız çocuğuna bakıyorum. Cepleri bomboş. Rüzgarda savruldu savrulacak. Ona bu kadar yüklenmek istemiyorum. Fısıldıyorum:  "Yoksa cebimde eli olan bir başkası mı var?"


Bir Poşet Çaylık Yalnızlık

Sabahları zorla uyandırılmış bir çocuk gibi kara yüzlü Ankara. Oysa mevsim hala yaz.  Hele çay ile demlenme vakitlerinde balkonda şalsız, hırkasız oturulmuyor. Ay, güneşin arka yüzü ama mecalsiz. Işıtmıyor, ısıtmıyor. Sahiden gece olmuş. Saksının içine saklanmış sensorlu aydınlatmalar da olmasa çocukluk korkularım hortlayacak. İmdadıma bir bardak çay yetişiyor.

Kocaman demliği tek başıma götüremeyeceğim için poşete vuruyorum kendimi. Ömrünün son demlerini yaşayan sararmış mevsim çiçeklerinin arasında hiç yorulmadan dönüp duran rüzgârgülü çekiyor dikkatimi. Geceye tezat hareketliliği yaşam dolu. Sıcak suyu dolduruyorum ince belliye, daldırıyorum içine poşet çayı. Suyun içinde efkârlı bir duman gibi dağılışına ve bir süre sonra sinsice tüm bardağı kaplayışına bakıyorum. İçim ürperiyor. Ne zaman yola çıkacak olsam böyle oluyorum.

Bu gece, gidiş öncesi… Üşüyorum. Bozkırın ağustosu işliyor iliklerime. Gündüzü yaz, gecesi kış olan bozkırın insana ne zaman uzun kolluları giydireceği belli olmuyor. Ayazda çıplak, çırılçıplak kalmış gibi hissediyorum. Bi başıma… Oysa evimin balkonundayım. Kollarımla sarıyorum bedenimi. Önümde duran çay bardağına bakıyorum. Bir dudak payı mesafesi aramız. Oturduğum yerden belli belirsiz seçebildiğim bavula selamlaşıyorum. Çocukluğumun demleme çayları yakıyor gırtlağımı. Gözümün önünde kırmızı terliklerine sıkıca sarılmış o küçük kız çocuğu beliriyor yine. Gözlerimi yumup, sağa sola sallıyorum başımı, sanki birazdan gözüme kaçacak kum tanelerini savuşturur gibi. Hangisi daha ürkütücü bilemiyorum. Karanlık mı yoksa belleğimde canlanan izler mi?  

Kitabımdan bir cümle daha okuyorum. Bardağımdaki poşet çay çoktan demini almış. Tam ince belliyi yakalamışken bileğimde bir sıcaklık duyuyorum. Koynunda saklı kırmızı terlikleriyle kız çocuğu duruyor hala bavulun yanında. Gitmeler ve gelmeler arasına sıkışmış, götürdükleriyle getirdiklerini bir türlü tümlemeyen diğer oyuncularda bavulun etrafına çörekleniveriyor bir bir. Uzuncadır rafta ters çevrilmiş duran fotoğraf karesi canlanıveriyor zihnimde.

Annem yükte ağır, pahada hafif çul çaputu yüklerken bavula, karnını şişiren onca olayı haykırmaktan geri durmuyor babamın yüzüne. Annem odanın içinde dolanıp dururken sadece bavula bakıyorum. Kırmızı terliklere bu gidişte bavulda yer kalmayacak biliyorum. Annem hışımla kapatıyor bavulu, gözü hiçbir şeyi görmeden yöneliyor kapıya. Uzun koridor boyu itişe kakışa yürüyen bizimkileri izliyorum. Kâh kapının önünde, kâh apartman girişinde, bazen arada bir yanıp bir sönen demokrasi neferi sokak lambasının önünde sulh edene kadar olduğum yerde sarıldığım kırmızı terliklerimle ayakta bekliyorum. Her yıl benzer seremoniyi yaşıyoruz.  Yaşım ne kadar büyüse de değişmeyen tek şey o bavulun hatta evde içinde ne kendime ne de terliklerime bulamıyorum. Ve nereye gidersem gideyim içi hep boş, hiç dolduramadığım bir bavulla dolaşıp duruyorum.

***

Bildik yollardan geçerek işe gelmenin en güzel tarafını düşündüm. Aklıma bir şey gelmedi. Ölesiye açım. Beynime kan gitmediğinden aklıma bir şey gelmemiş olabilir. Veysel abi görünüyor merdivenlerin başına. Namı diğer “Simitçiler Kralı”. Konuşmadan tutuşturuyor elime simidimi, bakamdan alıyor parayı. Merhaba ve iyi günler anlamına gelen tek kafa sallamayla sürdürüyoruz iletişimimizi. Ofise gelince ilk iş basıyorum su ısıtıcısının düğmesine. Poşet çayın kâğıdını açmamla kızılca kıyamet kopuyor. “Usulca açtım oysa kâğıdını bu sesler çaydan gelmiş olamaz” diye düşünürken, ne olduğunu anlamaya çalışıyorum.  Ayaklarım beni koridora doğru itiyor. Görüntüleri insana benzeyen, kare şeklinde paketlenmiş ve üzerlerine elbise geçirilmiş geçkince iki kadın, sekreter Nigar’ı gagalayan saksağanlar gibi karşımda duruyor. O sırada nedense su ısıtıcısının düğmesinin bozuk olduğu geliyor aklıma. “Kendi kendine kapanmayacak ve içinde azıcık su vardı” düşüncesiyle zihnimi dövüyorum. Dün gece gibi bu sabah da çay içmek nasip olmayacak. Ve kavga başlıyor…

Nigar becerikli kızdır, türlü belaları savuşturur ama bu seferki farklı. Poşet çay ve simitin flörtöz duruşu sinirlerimi bozuyor. Suyu kaynatamayan ısıtıcıya sövecek zaman bulamadan kadınlardan birinin haykırışıyla kendime gelir gibi oluyorum. “Biz burada bekleşirken nasıl simit yersin? Utanmadan yanında peynir ve zeytin. Bal, kaymak da ister misin canım?”. Gözüm Nigar’ın başının üstünde sallanan saatle buluştu: 8.42… Sabah sabah bu kadar enerjiyi nereden buluyorlar hiç anlamamışımdır. “Ya sabır!” deyip dönüp su ısıtıcısına bakıyorum. Neyse ki kendi halinde kaynamaya devam ediyor. Kadınlardan öteki alıyor sazı eline “Burası yemek yeme yeri mi?”. Nigar “sistem yok, giriş kaydınızı yapamıyorum” diyor sakince ve bir lokmacık simidini ağzına atarak. Tuhaf Nigar’ında çayı yok. Onun bu kayıtsızlığı karşısında kadınlar daha bir delleniyor. Sesler ayyuka çıkmış durumda. Derken bir hasta yanaşıyor yanıma. Bir şeyler söylüyor ama ne dediğini anlayamıyorum. “Bi saniye” deyip Nigar’a doğru yürüyorum, çay suyunun fokurdadığını duyarak. Kadınlardan biri panter misali dalıyor Nigar’a. Tek dalış işe yaramıyor Nigar savunmada. Bir Kırkpınar şenliği başlıyor. Tükürükler, salya, sümük yumruk, küfür rezilliğin bini bin para… Bizim postalar ne cehennemler acaba? Kadınlar alıcı kuş gibiler. “Burası çocuk kliniği, sakin olun biraz. Bakın sabileri ürkütüyorsunuz” diyorum. Sanki sözlerim raunt arası. Bir nefeslenip “Haklısınız hocam ama biz beklerken yemek yiyemez. Bizimle böyle konuşamaz” deyip tekrar çirkefliği kuşanıyorlar. O sırada küpeli delişmen bir başka hasta yakını “Kadınlara böyle bağıramazsınız” diye çıkışmasın mı? Nigar yeni bir cephe açma konusunda kararlı adımlarla onun üzerine yürüyor bu defa “Biz neyiz burada trans mı?” Hayda! Şimdi de cinsel ayrımcılık konusunda başlıyor münakaşa. Sonunda müstahdemler yetişiyor. İki cılız biri etine dolgun üç adamı hallaç pamuğu gibi atıyorlar koridorun sonuna Nigar ve meydan muharebesinin diğer üyeleri. Derken sekreterimiz kuyruğuna basılmış kedi gibi avaz avaz “Güvvvvvvenliiiiig!” diye bağırıyor. Fellini filmlerinden birinin bir sahnesine hapsolmuş gibiyim. Gele gele ahu gibi bir kız gelmesin mi güvenlikçi kılığında. Yürüyüşü arkamdan gel kıvamında. Kalabalık sütliman. Koridorun sonundaki odamda çalışan su ısıtıcının haykıran sesini bile işitebiliyorum. Sabah bana bir şeyler soran hastanın sesi de cabası. Telefonda birine olanı biteni anlatıyor:  “Anammm tam telezondaki gibi gız. Hiç bu kadar yakından görmemiştim olup bitenleri. Keşke sende olaydın da birlikte yaşayaydık bu macerayı…” Güvenlikçi kızın büyüsünden midir nedir olaylar sanki yatışıyor. Nihayetinde kadınlar şikâyetçi olmaya karar verip soluğu başhekimin odasında alıyorlar. Kadınların şikâyetçi olacağını işiten Nigar durur mu? Değme artiste pes dedirtecek şekilde başlıyor sinir krizi geçirmeye. Ayılıp bayılıyor. Hurra herkes Nigar’ın başına. Nigar bu dilini tutar mı hiç. Arada gözleri açıp laf sokması da yok mu? “Hastanenin 15 TL ye ihtiyacı varsa ben vereyim de bunlar gibilere bakmayalım. Dilerim Tanrı’dan devasız dertlere tutulursunuz da sülükten doktor diye medet umarsınız” demesin mi… O sırada film kopuyor. Koridor meydan savaşı sürerken tek eksik Red Kid ve Daltonlar sanki. Benim burada ne işim var deyip soluğu odama alıyorum. Kapıyı kapatıp tüm dünyayı ardımda bırakıyorum.  Buharlaşan suyun yüzüme vuran sıcaklığı eşliğinde simitten bir ısırık alıp poşet çaya hüzünle bakıyorum.


***
uzakta olacağım
zaten yan yana değilsek
hep uzak

Sen çalışırken ben günü yaşadım. Azıcık. Aylaklık ettim sayılmaz. Çalıştım. Çalıştım da günden payımı da aldım. Hakkım kadarını aldım merak etme. Tamam, tamam itiraf ediyorum hınzır kedilik yaptım birazcık. Kızma! Pencereden baktım bi ara, hayal kurdum. Hayal kurmayı seviyorum. En gerçeğinden hayaller kurmayı ama. Yasaklanmadan az  gündüz düşü gördüm. Bu gündüz düşlerini çok seviyorum. Çünkü bu sayede seni görmem için illa gece olmasını beklemem gerekmiyor. Seni hissetmem için uyumam gerekmiyor yani. Gündüz düşleri için yüreğini açman yeterli, yatak yorgan gerekmiyor. Bir pencere görünce burnumu dayıyorum gökyüzüne bakıyorum. Türkü mırıldanıyorum, anneannemin öğrettiği duaları okuyorum, senin yüzünü gözümün önüne getiriyorum. Mutlu oluyorum. Mutlu olmak çok kolay aslında. Bir pencere olsun yeter.

Pencereleri çok seviyorum. Pencere sana açılan kapı. Yola bakan o küçücük cam parçasından başımı uzatıp sana bakıyorum. Bugünlerde pervaza bir kuş dadandı. Güvercin değil. Ona sokak kuşu adını verdim. Ne zaman seni düşünsem, sokak kuşu pencereye geliyor. Onunla seni konuşuyorum.

Bu öğleden sonra sarı yazın ilk renklerini buldum. Atkestanelerinin yaprakları kızarmış. Sende gör istedim. Tüm renkleri zihnime kazıdım. Daha önce görmediğim renkler bunlar. Biliyor musun ağaçlarda yaşama
tutunmaya çalışan yapraklar var, inadına yemyeşil. Ama yerdekileri görmen lazım. Yeni sarı, eski sarı ve çürümüş sarı… Sarı kış gördün mü sen! Allah baba yapmış bu sabah  bizim için görelim diye. Ben senin içinde baktım. Nefes alınca burnun yanıyor bahar gibi. Onca soğuğa karşın, onca acıya karşın gizliden kışa bahar gelmiş. Sen de hisset istedim. Çocuklar ne kadar mutlu bir görsen. Gitsem yanlarına saklambaç oynasam, sobelesem hepsini. Çocuklarla dans etsem yaprakların üzerinde en sarısından. Çocuklara uzaktan bakan kediler var. Yatağımızı mahvettiniz diye inceden incede gırlayan kediler. Bir yakalasalar çocukları! Kedileri görmen lazım.

Bu sabah pencereye geldi yine sokak kuşu. Simidim vardı elimde. Az ufaladım koydum önüne. Çayımı veremedim. Kıyamadığımdan değil. Hep ister diye düşündüm. Çayı bilsin istemedim. Doğasına aykırı gibi şeyler hiç düşünmedim. Sıcaklığı bilirse hep ister. Sıcaklığı bilsin istemedim. Bilmediğin şeyleri istemiyorsun çünkü. Bilmezsen canın çekmiyor, özlemiyorsun. Herkes simit verir olmadı ekmek verirler. Ama soğukta bi bardak çayı kim verir bir sokak kuşuna. Seni düşündüm. Sıcaklığını düşündüm. Sen çalışırken ben düş gördüm.  Gündüz düşümde seni gördüğüm.

Yavaş yavaş zaman akıp gidiyor. Öğleye koyuldu gün. Gökyüzü beyaza çaldı soğuk çıktı. Güvercin gitti. Simit bitti. Gündüz düşü yok. Pencere kapalı. Ve önümde bir bardak poşet çay yalnızlığı… 

Görsel:
jelibonbahcesi

Alis, Harikalar Diyarı'ndan Tüymüş Bulunuyor

Bu kitap şeytana pabucunu ters giydiren kadın hikayeleriyle dolu Töre cinayetlerinin, şiddetin ayyuka çıktığı, toplu tecavüzlerin sıradanlaştığı bugünlerde, kadın meselesine dair bir kitap, insanın kolunu kanadını kıran hikayelerle doludur diye düşünüyor olabilirsiniz... Haklısınız ama biz, bu kez böyle olmasına izin vermedik.

Kadının o alışıldık ağrılı çerçevesine sığmayacağını kör göze parmak yöntemiyle hatırlatmak için romancı, öykücü, senarist, karikatürist 16 kadın mizahın sivri çatısında biraraya geldik. Bu kitap şeytana pabucunu ters giydiren kadın hikayeleriyle dolu. Niyetimiz, ataerkil bakışın kadını hapsetmeye çalıştığı o kader odaklı, acılı camekandaki derin kırıkları işaret etmekti.

Kadınlardan, bu kez gülümsemek ve umutlanmak için...







İçindekiler

Pilavcı Karısı - Gaye Boralıoğlu 
Konsomatris - A. Şebnem Soysal
Terapi - Aslı Perker
Yük - Selma Sancı
Kuru Kayısı - Deniz Tarsus
Tamam - Gönül Kıvılcım
Üçlerin Hikmeti - Menekşe Toprak
Tanrı ve Tavşan - Aslıhan Özen
Yazamadım Bir Türlü... - Hülya Soyşekerci
Çavuş - Neşe Karataş
Kalpsizin Teki - Sibel K. Türker
Yedi Ağlı Don - Seray Şahiner
Siyah Dokuz Okey - Ayşegül Çelik
Firdevs - Hatice Meryem 


Muz Kabuğu


Ne zaman dolmuşa binecek olsam, insanlarla temasımı en aza indiren yere otururum: Arka beşlide sağ pencereye bakan koltuk. Burnumu dayarım cama, dışarının tüm hengâmesini pencere benim için filtre eder, olanı biteni içime çekerim.
Her zamanki gibi bindim dolmuşa, yerleştim koltuğuma. Günün en güzel saatinin tadını çıkarmak için dayadım burnumu cama.
“Küt…”
Sesin nereden geldiğini anlamaya çalışırken, onu gördüm. Bastonuyla basamakların yüksekliğini hesaplıyordu. Yardım etme niyetiyle doğrulduğumda ise çoktan basamakları çıkmaya başlamıştı. Nice sonra diğer elindeki poşetleri fark ettim. Vakur bir edayla çıktı basamakları, dikildi karşıma. Elleri çekti dikkatimi. On parmağında on yüzük. İri taşların hepsi yaşanmış on yılların özeti gibiydi. Anlık bakışmamız fısıltısıyla kesildi: “Muz kabuğu…” Hani nerede gibisinden pencereden dışarı baktım. Yerde herhangi bir şey yoktu. Bakışlarımı ona doğru çevirdiğimde ise bastonunu üzerime doğrultmuş, çoktan anlatmaya koyulmuştu. “Adam muz kabuğuna bastı.” Başıma namluyu dayamıştı çoktan. O vakit dışarının hengâmesinin bu yaşlı kadında vücut bulup karşımda dikildiğini kavradım. 
Konuşmasına soluksuz devam ediyordu. “Serildi yere. Koskoca adam. Başı kanlar içinde. Simitçi koştu yanına, sucu buz bastı yarasına. Sarstı biri o biçim. Tık yok. O adam iflah olmaz.”
Bir kez daha dışarıya baktım.
“Urospunun dölü…”
Yönümü ona doğru çevirirken, direksiyona takıldı gözlerim. Kocaman teneke yığınını, şu plastikten daireyi sağa sola çevirerek idare etmek! Tanrıcılık oynamak güzel şeydi. İyi de dolmuş evreninin tanrısı neredeydi? Ve bu küçük dünyanın sakinleri… Sanki koskoca dünyada yaşlı kadın ve benden başkası yoktu. Göz göze geldiğimizde araya reklâm almış da yarıda kesilmiş film misali repliğini tekrarladı.
 “Urospunun dölü! Ye. Biz sana yeme mi diyoz? Ama ne diye atıyon muzun kabuğunu yere! Alan var, alamayan var. Hadi sübyanın bir yeri şişer diye düşünmüyon. Hamileyi kıçına sallamıyon. Hiç mi o koca kafan almıyo biri basar da düşer diye…” Sustu. Tek kelime etmedim. Yüzüme bakıyor. Bir yandan da nereye oturacağına karar vermeye çalışıyor. Poşetler hala elinde. Son hız konuşmaya devam… Oturdum yerime.
“Ben de koştum adamın yanına. Ellerim dizlerimi döverken saydım, sövdüm. İki damla da yaş döktüm. Yanıma itin biri yaklaştı. Neyin oluyo bu adam senin de bu kadar dertlendin demez mi? Ulan pezevenk illa adamın koynuna mı girmek gerek, başı kanlı biri için yürek kabartmak için. Bitmişsiz biz. İnsanlık ölmüş.” Oturdu. Nihayet sustu derken… “Ambulans geldi. Adamı alıp gittiler. Ölür o ölür. Boku bokuna ölür. Muza bastı da öldü diye gülerler ardından…”
Pencereden dışarıya baktım. İşaret parmağımla camı tıklattım “filtre sistemini gözden geçirmelisin” diye söylendim. Cam da tık yok. Tuhaftır gözlerim suçluyu arıyor. Ortada ne muz ne de kabuğu… Bel oyuntumdaki sert dirsek teması ile kendime geliyorum.
“Ben çocukken…”
“Ne zaman kalktın da yanıma sokuldun be kadın?” haline geçmiş kaşlarımın altına saklanmış gözlerimle süzüyorum onu.
“Neden öyle bakıyosun kızım? Elbet ben de çocuktum.”
Kahkahası dalga dalga yayılıyor dolmuşun içinde. Birden hortlak görmüş gibi sustu. Gözlerini tam karşıda duran binaya dikti. Hayal dolu bir andı bu. Gözünün önünden geçenler her neyse baş edememek, acı ve ıstırap doluydu. Yüzü daha bir buruştu, sanki ağzı ekşidi. Konuşmaya başladı… 
“Adamın biri şu gördüğün yüksek binadan atladı. Ahanda en tepesinden.”
 Bakışlarımı önce çatıya diktim sonra kaldırıma kaydırdım. Yerde muz kabuğunu gördüm o vakit.
 “Ama ona bir şey olmadı. Burnu bile kanamadı namussuzun. Üstüne düştüğü zavallıcık öldü.”
Muz kabuğunu ayaklarının altında ezip, hiçbirşey olmamış gibi yoluna devam edenleri gördüm.
“Günlerce bu olayı konuştu herkes. Öldürmeyen Allah öldürmez dediler.”
 İçim bulandı. Dudaklarımdan “öldüren Allah öldürür” cümlesi dökülüverdi.
 Yüzüme baktı. Beti benzi solmuştu. Konuşmaktan kurumuş dudaklarını yaladı “seni kan tutar mı?” diye sordu.
 “Beni insan tutar.” dedim.
O sırada dolmuşa binen kıza yöneldi. “Muz kabuğu…” dedi. “Hani nerdeeee…” diye bağırdı kız. Olayı bana anlattığından ne bir eksik ne bir fazla ona da üşenmeden anlattı. Birlikte adamına ardından bir fatiha okumadıkları kaldı. Derken sırayla binen herkese bir bir anlattı olanı biteni. O “muz kabuğu” dedikçe dolmuş bir şaha kalkıyor, sonra da olduğu yere gömülüyordu. “Dolmuşun kalkması için iki kişi daha” diye düşünürken, kurbanlar artarda biniyorlar.
“Muz kabuğu…” diye söze girdiğinde yüzüne baktım. Dolmuştaki herkes ilk defa dinliyormuş gibi dikkat kesilmiş ona bakıyorlar. “Adınız ne?” diye sorsam yanıt veremeyecek kadar kendinden uzak bu kadını dinliyoruz. Ve vitese takıyor kaptan, yola koyuluyoruz.
Motorun gürültüsü içerideki tüm sesleri bastırıyor. Dolmuşun içi en az sokak kadar hareketli. Para verenler, üstünü bekleyenler, telefonla konuşanlar, birbirini süzenler muz kabuğuna basıp düşen adamın akıbetini konuşuyorlar. Bense dışarıyı izliyorum. Antikacılar sokağından geçiyoruz.  Üst üste dizilmiş bardaklara, kadehlere, tabaklara takılıyor gözlerim. Yere rasgele konmuş dergi ve kitaplar, sırlarına sır katıp üzerine kırk düğüm atılmış kutular, ederinden her zaman eksiğine giden plaklar, oyuncaklar… Ve onların aralarında dolaşan kadim dost kediler… Kimler geldi, geçti buralardan. Kimler kullandı bu eşyaları. Sahipleri belki muz kabuğuna bastı, yardı kafayı. Olmadı atladı binaların tepesinden düştü bir adamın üstüne. Onlar gitti, eşyaları kaldı yadigâr.
“Şoför oğlum indir beni sokağın başında…” diye seslendi. Ayağa kalktı. Tutunduğu yerde sağ elini görebildim. Parmağındaki yüzüklerden birinin taşı düşmüştü. “İyi akşamlar” dedi bastonunu hava dikip. Kimsenin yardım etmesine fırsat vermeden aynı vakur edayla indi basamakları. Dolmuş hareket ederken, önüne çıkan ilk kişiye çoktan anlatmaya başlamıştı: “Muz kabuğu…”

Fotoğraf: Özgür Çakır

Yıldız


Aylarca karnımın içinde devinip duran bebeğe bakıyorum. Kafası göğsümde, elleri elimde öylece oturuyoruz. Başına gelen onca şeye karşın metanetini koruyor. Bütün gün o oda senin, bu oda benim dolaşıp durdu oysa hastanede. Kimi şefkatli, kimi hoyrat onlarca el dokundu minik bedenine. O sustu, biz ağladık. Belki bizi hoş tutmak için çarpıyor minicik kalbi. Hani bir başlasa ağlamaya feryat figan hepimiz koyuvereceğiz ama…
Umut, kedi, ben ve bebek yan yana oturuyoruz. Uzunca bir yolculuktan sonra mola vermişiz gibi. Yüzümdeki ifadesizliği bozmaya yeminli sineği saymazsak, her şey sütliman. Gündüzün çığlıkları, bağrışmaları, siren sesleri, meraklı gözler, acıklı yüzler, cevapsız bekleyişler nihayet siyah halının altına süpürüldü. Birbirine bakan, yarasını gören, bakışlarıyla teselli veren; yetinmeyip birbirini dinleyen insanların gölgesi düşmüyor geceye. Neyse ki. Bir tek Umut’un gözlerindeki yarım kalmış sevinç ve sessizliğimiz…
Yıldızlı bir gece. Yıldızlar hep gökyüzünde. Ama canım isterse görüyorum onları. Yanıp sönen parlak ışıklar. Hep orada olsalar bile, çoğu zaman başımı göğe çevirmiyorum. Uzun süredir aklıma hiç düşmüyorlardı. Şimdi ne olduysa bakışımı toprağa çevirmek istemiyorum. Yıldızlara bakıyorum. Arada gözüm kollarımda sardığım sıcaklığa takılıyor, bebeğimi okşuyorum. Canımın istediği her şeyi görüyorum onda. Aylardır beklediğimiz misafir gelmiş. Onca hazırlık… Raftan düşmüş gibi, hızla aşağıya inen bakışlarım kediye takılıyor. Umut’a daha yakın oturmuş, hatta kuyruğuyla sırtını sıvazlıyor. Benim baktığımı görünce çeki düzen veriyor kendine. Umut ise kim bilir hangi yıldızın peşinde. Belki de kayıp gitmeyi düşünüyor. Üçümüzün de dinlenmeye ihtiyacı var. Boğazımızdaki düğümü çözmeye. Sadece dinlenmek de değil, birilerinin bizi dinlemesine de. Sabırla, sözümüz kesilmeden dinlenilmeye ihtiyacımız var. Kana kana konuşmaya, zehrimizi boşaltmaya. Ama kim dinlemek ister ki bizi? Bir adam, bir kadın, bir kedi ve bir bebeğin hayatını, kim dinler? Hem de sıkılmadan. İnsan hayatına duyulan sağlıklı merak duygusunu gidermek için dinlemek isteyen biri çıkar mı? Hangi canlı bir diğerinin korkularını taşımak ister? Geceye karpuz kabuğu düşürmemek gerek. Ürkülerin hepsi sabahın olsun. Ah bebek, sıralı kavak dibinde senin de toyluğun olsun. Yıldızlı gecede Umut ve Nigar sarılsın birbirine. Kucaklarında bir bebek eli, bir de pati. Bir bir uyutmak için yıldızları, başlasınlar ninniye. Atem, tutem men seni/ Şekere katem men seni/ Akşama baben gelende oy/Önüne atem  men seni.
Ninniyi söylemeye daldım, yine unuttum mektubun gerisini. Nasıl bir akıl oyunudur bu anlamıyorum. İnsan, yol arkadaşını nasıl unutabilir? Mektubu kutusundan çıkarmak öyle zor geliyor ki. Kim gidip arayıp bulacak onu dolabın derinliklerinden? Pati! Şuna da bak. Bir iş istemeye gör. Tırıs tırıs nasıl da uzaklaştı yanımdan. Zul geliyor şimdi kalkmak.  Bir gayret doğrulmuşken…
Yıldızlı bir gecenin oyunu bize bu…
Anımsıyorum! Oturayım oturduğum yerde. Sımsıkı yumdum gözlerimi. Dünyayla bağımı kesince bir bir aklıma düşer her şey.
Yıldızlı bir gecenin oyunu bize bu…
Nasıldı gerisi bu mektubun! Yok yok anımsadığım bir şey yok. Madem gidip alamıyorum mektubu, o zaman tek çare en başından bir daha okumak. Ve ninniye gelince, mırıldanmadan bir sonraki satıra geçmek.
Aylarca karnımın içinde devinip duran bebeğe bakıyorum. Kafası göğsümde, elleri elimde öylece oturuyoruz…
Annemin yazdığı onca şey içinde,  neden bu mektup daha çekici geliyor bana? Cevabı kolay aslında: Doğduğum günü öğrenmek istiyorum. Nasıl bir gündü? Yağmurlu, sisli, güneşli… Üzerime ilk ne giydirdiler?  Annem ne giyinmişti? Terlikleri mesela. Nasıldı? Topuklu, tüylü, pullu… Al basmasın diye kırmızıydı belki. O güne dair öğrenebildiğim tek şey gece… Yıldızlı bir gecede doğmuşum. Adımı o geceden esinlenerek koymuşlar.
Bak mektubun devamını unuttum yine. Parazitlerle dolu bir radyoda sevdiğin şarkıyı dinlemeye çalışmak gibi bir şey bu. Olsun gün uzun. Nasılsa evdeyim. İstediğim kadar doğduğum günü düşünebilirim. Okula gidemeyeceğim, hastayım çünkü. Ben hasta olunca, ev de hasta oluyor. Annemin ve babamın korkuları, sabahı tansiyon ve mide ağrısı olarak selamlıyor. Akıp giderken gün, herkesten çok benim dertlenmem gerekiyor, ama ben hiçbir şeyi umursamıyorum. Hasta olmak güzel şey. Evde kalmak. Yan gelip yatmak. Doğduğum günü düşünmek, büyümemi bana masalmış gibi anlatan anıların arasında gezinmek. Bir şekilde okuldan yırtmak, aylaklık etmek, kendimle baş başa kalmak güzel şey.
Pencerenin yamacına tünedim.  Evimize koşut apartmanları tarıyor gözlerim. İşte orada! Sahneyi çoktan kurmuş. Tütüsü üzerinde, ayaklarında puantlar. Kurşun askerden bir bölüm sergiliyor belli ki. Onu izlediğimden habersiz. Gözlerimi kapıyorum ve müziği dinliyorum. Beni kendimden geçiren operaların geçiş töreninden sıyrılıp, gözlerimi açtığımda çoktan dansa başladığını görüyorum.
Plie… Evet, işte bu plie. Bir bebeğin adım atmasıdır balede plie; dizler kırılı halde durmak. Ne müthiş bir şey. Bebek ilk kez ayağa dikildiğinde anne ve babasının yüzünde parlayan sevinç kamaştırıyor gözlerimi. Ayaklarıma bakıyorum. Yapabilirim. Onun yanında durmak için aralıyorum perdeyi. Haydi! Bir plie. Ayakta duran çocuk birkaç adım atıyor. Anne ve babası heyecandan havaya zıplıyor. Alkış, ıslık, türlü tezahüratlar eşliğinde hayata yürüyor bebek… Plie tamam. İkinci adıma geçmek için hiç sabırsızlanmıyorum.
Ayaklandım da diz kırıyorum. İki battement tendu. Şiir gibi bir şey bu. Birkaç saniye kendi kendime mırıldanıyorum. Battemant tendu, battement tendu, battement tendu…
Yan yana duruyoruz. Birlikte hareket ediyoruz. Yüzüme hiç bakmıyor. Baksa, belki aramızdaki büyü bozulacak biliyor. Başıyla yönetiyor dansı. Ne kadar da tatlı! Beni hiç zorlamıyor. Ayağının altını yere sürüyor ve son noktada duruyor. Kalçası tam açıktayken, bana bakıyor. Yok, yok “bu olmaz” bakışı değil, “sabret” de değil… “Ne acelemiz var!” dercesine gülümsüyor. Battement tendu beni büyülüyor. Ayaklanmışım. Birazdan kendi etrafımda döneceğim.
Yıldız! Bacaklarını ger. Bu yürümek için ilk adımdır fizyoterapide. Biraz yürüyelim. Sonra dinleniriz. Hatta biri bizi dinler belki de.

Fotoğraf: Özgür Çakır

Körebe


Kocaman kadınlar çocukluklarında en sevdiği oyuncağın ne olduğunu anlatıyorlar birbirlerine. Dudağımda ince bir alay havası, çaktırmadan dinliyorum onları. Bir ara bana bakıyorlar. Neyse ki masadaki evrakları düzeltiyorum, iş olsun diye. Nasıl bir tavır takındıysam yüzüme, “çok meşgul!” olduğumu düşünüp seslenmiyorlar. Derin bir soluk alıyorum. Anımsadığım bir oyuncağım yok çünkü.

Belleğimdeki tek iz, oyuncakçı dükkânlarının önünden geçerken vitrine hiç bakmadığım. Hani içlerinden birini beğenirsem… Ve bunu bizimkiler fark ederse… Alamadığımız için üzülürler. Yol boyu tırıs tırıs yürüdüğümü anımsıyorum.  Annemin eline yapıştığımı, sıcaklanınca tek başıma takıldığımı…

Annemle el ele yürüyemez yaşa geldiğimde ise pastanelerin vitrinlerine bakamaz olduğum geliyor aklıma. Hala da bakamıyorum. Neden düşünüyorum şimdi bunları? Bilmiyorum. Başımı kaldırıp arkadaşlarıma bakıyorum. Sohbet koyu. Beni fark etmeleri mümkün değil. Kütüphanenin cam dolabına takılıyor gözüm. Birkaç kitabın adını, yazar isimlerini hızla okuyorum. Sonra cama yansıyan aksime bakıyorum. Elbisemi aşağıya doğru çekiştirip, kaşlarımı yukarı kaldırıyorum. Gözümün önünden çilekli, muzlu pastalar geçiyor. Hele o piramit yok mu… Sağından soluna dönemeyen, her yerinden et fışkıran babaannem beliriveriyor karşımda. İştahla bir kaçını ağzına atışını seyrediyorum. Yutkunup, masanın üzerindeki kâğıtlara uzanıyorum. Hepsini bir avazda derleyip, topluyorum.

Babaannem öldüğünde içine sığacağı bir tabut bulamadılardı. Şişip, yatağında patlayacak diye çok korkmuştum. Neyse ki öyle olmadı. Babam bir tabut yaptırdı. Birkaç komşu, güç bela taşıdılar da toprağa kavuştu kadıncağız. O günden sonra ağzıma tek lokma tatlı koymadım. Evdekiler babaanneme sevgimden dilimi tatlıdan kestiğime inandılar. Oysa babaanneme benzeyeceğim diye aklım çıkardı. Kremalı pastaların içimde büyüyen yağ tohumları olduğunu, gün gelip patlayıp beni yok edeceklerini düşündüm ergenliğim boyunca. Oyuncakçılardan sonra pastaneleri ve pastaları da sildim gözümden.

Hepsinin ne çok oyuncağı varmış. Anlata anlata bitiremediler. Masamın üstünde düzeltecek yeterince kâğıt kalmadığından, kendimi bir dosyanın içine gömüyorum. Okur numarası yapıyorum. Tıpkı liseye geçtiğim yazda ki gibi. Evde sessizlik hakim. Masada sabah akşam duran ince belli de çay yerine rakı babamın vazgeçilmezi oluyor. Soframızın tadı tuz.  Annem sürekli ağlıyor. Ölen falan yok. Sadece ablam fırıncının hayta çırağı Zülfikar’a kaçtı o yaz. Kaçması da gerekliydi. Ne yapacaktı bizim evde. Bir maça kızıydı ablam. Nazım’ın dediği gibi, memelerini dayar balkona akşamı seyrederlerdi piyasa vakti. Ortalıkta kediler… Bakkal, manav, kasap hep ona bakar, annem azarlar. Yine de geri durmadı aklına koyduğunu yapmaktan ablam. Kaçtı Zülfikar’a. Babam en çok kaçmasına mı kızdı yoksa Zülfikar’ın alevi olmasına mı bozuldu bilemedim. Ablam ne kadar maça kızıysa, babam da o kadar sinek papazıydı. Her sabah Eyüp Sabri sürmeden işe gitmezdi. Eve gelince ses istemez, köşesine çekilip kitap okur, bazı bazı radyo dinlerdi. Ablam giderken bizim evden sesi de götürdü. Çünkü şarkılar hep onu söyledi. Oyuncakçılardan, pastanelerden sonra meşk haneleri de sildim gözümden.

Konuşup, gülen arkadaşlarıma bakıyorum. İçimi bir öfke kaplıyor. Kendimi bakan körlüğe tutsak ettiğimi kimse bilmeyecekti. Kimse içimde zerdali çekirdeği gibi taşlaşan yaralarıma merhem sürmeyecekti. Ve ben sorun çıkmasın diye kendi isteklerimi erteleyecek ya da görmezden gelecektim. Oturduğum yerde içimi korku kapladı. Ellerim buz kesti. Arkadaşlarıma olan öfkem giderek artıyordu. Eğer onlar çocukluğumuzdaki en sevdiğimi oyuncağı konuşmasalardı bunların hiçbiri gelemeyecekti aklıma. Hepsini silmek üzereyken o soru… “Sen de çocukken körebe oynar mıydın Sevgi?”

Fotoğraf: Özgür Çakır

Nisyan

Bütün parçalarının toplamından daha farklı bir şey mi sahiden?
Nisyan!
Yazabilseydim eğer ağaçlar uyanırdı. Su yürürdü. Işırdı. Bir adım olurdu.” s:44


Uzak durduğumuz bedensel imgelerimiz var. Yaşlanma bunlardan biri. O kaçınılmaz sonu geciktirebilmek için nelere katlanıyoruz. Usul usul insanlığımızdan geçiyoruz. Belki bu yüzden geçmişi süsleye süsleye anlatıyor, masallaştırıyoruz. “Bir zamanlar…” diye başlayan fısıltılar bir süre sonra serzenişe dönüşüyor. “Kelimelere hükmeden akıl, onların oyuncağı oluyor.” sf13.

Nisyan! Mehmet Dede, torunun sana öyle bir armağan vermiş ki… Kıskandım. Gülme Dede’m ya. Bak kitabı sana anlatayım. Tıpkı kendi Dedem'e fısıldar gibi. Oyunu bozma nolur. Gel çocuk olalım…

Sana adanmış bu kitap, bir arayışın öyküsü Dedem. Aralanmış bir kapıdan insanlığa bakmak, resmin içinde kendinle buluşmak… Başka başka bedenlerin içine sızıp, onlarla konuşmak, kâh onların sesine bürünüp yazmak, kâh kendi bedenine dönüp bildik öyküyü anlatmak. Hepsi hikâye aslında. Yaptığımız şey aynı. Günden kalanları not düşmek.

***

Yaşam bu günlerde çok yorucu Dede. Nisyan'ı istediğim hızda okuyamıyorum. Mevsim dönüyor ya ben içimdeki boşluğa bakıyorum dimdik. Devinen hayatın içinde, kesinleşen yoklukların farkına varmamak için çabalıyorum. Ağaçlar hala çıplak. Hava -3 derece. İçeri hapsolmuş ruhumu eğliyor torununun kitabı. Okuyorum. Onu okudukça farkındalık zırhım daha da bir ağırlaşıyor üzerimde. Mesela, yazdıklarımın hiç mürekkebi olmayacak biliyor musun? Oysa çantamda kan rengi mürekkebi olan bir dolma kalem taşıyorum. Ve onunla en son ne zaman, ne yazdığımı anımsamıyorum.

Yayınevi yine öykü dosyamı reddetmiş. Kabul etse editör üzüleceğim neredeyse.  Başka bir yayınevine yollayacağım bugün dosyamı. Bir sonraki redde kadar doymak bilmeyen ruhumu sözcük sözcük besliyorum şimdi Nisyan'la. Gözaltlarımdaki kara lekelere bakıyorum. Uyuyamadığımı cümle âleme haykıran bu kara delikler, yüzüme bakan herkesi yutacakmış gibi geliyor. Birileriyle göz göze gelmekten kaçınıyorum. Kimseyi yutmaya, bir de onu taşımaya halim yok. Nihayetinde “tek kişilik bir oyunum- sf: 32 ” ve öyle kalmak istiyorum.

***

İşler yoğun bu aralar Dede. Üç dört kitabı bir arada okuma hastalığımdan mıdır nedir torununun kitabı hala önümde duruyor. Rasgele bir sayfayı açıyorum. Daha önce okuduğum tüm kelimeler ayaklanıyor. Eksik kalanın acısını hissetmeden okumaya devam ediyorum. Nisyan… “Ve maddenin içinde hareket eden kelimeleri görüyorum – sf: 55”

***

Her öykünün başlığı aslında yeni bir kitabın işareti gibi. Belki başka bir günün… Belki başka bir hayatın… Sonuçta hepsi hikâye. Hayat işte. Uykumda düştü aklıma: Kalksam ve öykü başlıklarını arka arkaya sıralasam. Birbirini tamamlayan başka bir öykü çıkmazsa ben de ne olayım? Ne olayım… Birbirini saran, sarmalayan aynı zaman da iten, kakan, horlayan, yücelten, bir yerden ötekine sürükleyen başlıklar bunlar. Tıpkı hayat gibi: Nisyan! Bu yüzden değil mi? “…çıplak bedenler birbirine sürtünerek ısınır. Yalnızlar soğuktan ölür.”sf: 47

***

Nisyan’ı diğer kitaplardan farklı kılan sadece içeriği değil, biçimi de. İçeriğin biçime kurban edildiği bu günlere inat bir kitap Nisyan. Okuduğum hiçbir kelime fazla değil. Biri çıksa anlam tamamen bozulacak gibi. "İnsan bu kadar öze nasıl iner?" diye düşünüyorum. Ölümü düşünüyorum. Her bir paragraf bir günün temsili. Her sayfada bir kısa öykü. Kısa öyküler bir gün. Belki tek nefeslik, belki bir ömürlük. Son sözcük bir bitiş. Belki de ölüm. Her şey ölür. Gün bile. Bir toprak ölmez. “… toprak canlı ağız ”. sf: 45

Okurken kitaplarda iz bırakmayı seviyorum. Üzerlerine yazmayı. Böylece geriye döndüğümde o gün ki beni daha iyi kavrayabiliyorum. Hangi duraklarda durmuşum, nelere zihin yormuşum. Düştüğüm notlara bakıyorum. Fark ediyorum ki Nisyan’ kopyalıyorum.

Ah Dede! Keşke okuyabilseydin. Ya da ben sana anladıklarımı masalmış gibi deyiverseydim.  "Deliler ırmağında sürüklenen bir ağaç - sf: 101" misali. "Saat kaç saat kaç? Yakala zamanı. sf 101"

Seni öyle özledim ki… "Sessizliği bozmadan yürüyorum. Belirsiz bir hışırtı kafamın içinde. Kalın küt kanatlarıyla hamamböceği eziliyor ayaklarımın altında. Kötü. Kazıcılar  kasklı kafalarını çıkarıyorlar halinın desenlerinden. Göz yanılgısı olmalı. Her taraf küçük sarı kağıtlarla kaplı. Kapılar kilitli. Pencereler sımsıkı kapalı. Yalnız. Kağıtların üzerinde yazılar okunaksız karıncalar. Bedenimden sızan şeyler bunlar. Bildiğim. Aniden karşıma çıkıyor. Orada öylece duruyor sihirli nesne. Kibrit. Cüssesinden beklenmeyecek bir kudret. Heyecanlanıyorum. Sonsuz bir an boyunca elimi uzatıyorum." sf: 112.

Yıkıntı

Bugün karşı apartmanı yıktılar. Köküne kibrit suyu dökmek dedikleri bu olsa gerek. Yirmi iki katlı bina, bir dakika içinde gözlerimin önünde kum ve çakıl yığınına dönüştü. Eskiden olsa ellerinde balyoz, sekiz on işçi haftalarca bir binayı yıkmak için debelenip dururdu. Olmadı kepçe, dozer gelirdi yardımlarına. Şimdi öyle mi?
Gözümü kırpmadan izledim olanı biteni. Binanın yıkılmasının üzerinden saatler geçti ama hiç ayrılmadım pencereden. Hayal perdesini kurdum, önümde duran boşluğa. Kocaman binanın katman katman çöküşünü, sonunda temeline gömülmesini defalarca izledim. Sonra yeniden kat kat çıktım. Yirmi ikinci kata gelince soluk soluğa…  “Nerede olduğun, ne olduğunu değiştirmiyor azizim…” deyip tepetakla olmuş yıkıntıya baktım.
Birkaç kez kız kardeşim yanıma geldi. “Ne tuhaf kızsın Azize. Üzülme yerine hemen yenisini dikerler. Hiçbir şey yeri doldurulmaz değildir. Hatta öyle güzelini yaparlar ki kimse eskisini anımsamaz. Bir tek senin gibi anı biriktirenler hayıflanır.” gibisinden bir sürü cümle sıraladı. Sözleri bir kulağımdan girdi, öbüründen çıkarken gülümsetti.
Yirmi iki kat ne demekti! O bina yapıldığında ortaokula gidiyordum. Hemen her gün yürüdüğüm yolda büyüyüp, yükselen bir binanın olması tuhaf geliyordu bana. Hamile bir kadının gün be gün şişen karnına benziyordu apartman. Ortaya nasıl bir şeyin çıkacağını düşünmeden edemiyordum. Anne karnında her gün bir organ biçimleniyor, insanın atası çocuk şekillenince de doğuyordu. Bu bina da benim için doğacak bir çocuktu. Ellerini merak eder ya anneler tam mı diye sayarlar ya yeni doğan bebeğin… Ben merdivenleri, balkonları düşünüyordum. Bebeğin saçını, gözünü hayal etmek gibi geliyordu bana binanın rengini, biçimini düşünmek. Boylu postlu bir çocuk olacaktı bina. En üst kattan aşağıya bakıldığında, kim bilir nasıl görünecekti insanlar. Hiç uçağa binmemiş belki de ömrü hayatında hiç binemeyecek olan bizler en üst katta çıkıp kim bilir ne düşler kuracaktık.
Okul dönüşünde kocaman ve koyu harflerle yazılmış “inşaata girmek tehlikeli ve yasaktır” levhasının önünde durup dinlenirdim. Çaktırmadan içeride olan bitene bakardım. Bekçinin “Kızıııııııım! Oğlan mısın sen? Ne diye her gün gelip bakıyorsun buraya? İşçilere mi bakıyorsun sen? Koca mı arıyorsun yoksa?” dediği günü hiç unutmuyorum. Ne kadar da utanmıştım. Yarım elma gönül alma memelerim bu ayırımcılık karşısında daha bir küçülmüştü. İlk defa o gün kavga etmiştim kızlığımla. Ben sadece gün geçtikçe bir bebek gibi büyüyen binayı görmek istiyordum.
Bekçi bana söylenirken, sokaktan tek tük geçen insanların etrafımı sardığını fark ediyordum. İçlerindeki bir kadın çekiyor dikkatimi. Göz aşinalığım var. Bizim eve yakın oturuyor. Manavda, kasapta karşılaştığımızda annemle selamlaşırlar. Ama konuştuklarını hiç görmedim. Hakkımda kim bilir ne düşünmüştür. Annemi ilk gördüğünde anlatır belki olanı biteni. Oysa ben hiç anlatmam başıma gelenleri. Bilip, içlensin istemem annem. Kalabalığı ve bekçiyi ardımda bırakıp eve dönüşümü anımsıyorum. Hırsız sessizliğinde eve girip, üzerimde ne var ne yoksa çıkartıp yorganın altına saklanmıştım.  Tenim alev alev yanıyordu. Bedenimi hissettikçe, yüreğimin yangını yüzümü kızartıyordu. “Ne kocası…” diye inleyip durdum. Dişlerimi sıktım. Yumdum gözlerimi. Bina, bekçi, komşu kadın, mahalleli bir bir geçti gözümün önünden. Onlara cevap veremediğim için kızgındım kendime. Aslında suskunluğum olanı biteni kabullenişimden çok etrafımdakileri dilsizleştirmek istememdendi.  Ama başaramadım. Çatal diller soktukça soktu beni.
Akşam yemeğinde masaya oturduğumda evin iyi çocuğu olup, canımı sıkan konu hakkında kimseye renk vermedim. Sevmediğim biber dolmalarını “harika, harika” diyerek mideme indirdim. Evdekilerin içini yiyip, dışını tabağının kenarına ittiği dolmaları yutarken annemin minnet dolu bakışları hala içimi titretir. Ne de olsa biz anne kız değil, iki arkadaşız. İnsan arkadaşı için çiğ tavuk bile yer, değil mi? Oysa sadece anne kız olsaydık, o zaman sevmediğim pek çok şeyi yemek zorunda kalmazdım.
Azize sen delirdin mi?” diyor Meliha. Kız kardeşim. İyi geçindiğimiz pek söylenemez. Yaşıtları çoktan evlenip çoluğa çocuğa kavuştu. Meliha şöyle zengin, görmüş geçirmiş bir aileye kapak atamadı ya içi içini yiyor. Kendisini iyi hissetmek için evde kalmışlığını bana yüklüyor. “Evde abla dururken, küçük kız mı evlenirmiş? Ne ayıp!” Bu tavırlarına gönül koymuyorum. Aksine, onun küçücük dünyasının içinde yer aldığım, hüzünlenmesini azalttığım için mutluyum. Onun kısmetsizliğinin, bu makûs talihinin tek nedeni olma gibi bir görevim var. Hani bana bir şey olsa, tek başına bu hayatın yükünü nasıl çeker acaba? Sıska bedenini, çatık kaşını, geniş alnına düşen seyrek perçemlerini, ölçüsüz dilini, lezzetsiz elini… Nasıl biri olduğunu gölgelemek için beni kendine siper etmesini umursamıyorum. Hayatımız böyle bizim. Ben bunu kabullendim. Bazen “herkes böyle mi?” diye düşünüyorum. Televizyonda gördüklerimin kandırmaca olduğunu biliyorum. Fişi çekince herkes, her şey kendi dünyasına göçüyor. “Nasıl bir toplum düşlüyorsan, öyle bir aile kur!” masalı da suya düşüyor. Peki ya kitaplarda yazılanlar? Onlar da mı sahte… Düşünmek de bilmek de istemiyorum.
Hava kararıyor. Hala pencerenin önündeyim. Sofrayı bin bir naz, eda ile kuruyor Meliha. Ölünün üzerini örter gibi yayıyor beyaz örtüyü toprak rengi masaya. Meliha yürüdükçe gıcırdayan parkeyi, tabakların masa örtüsüne sürtündüğünde çıkardığı hışırtıyı işitebiliyorum. Bardakları çat çat masaya vurmasıyla, sofraya oturma zamanının geldiğini anlıyorum. Son on yıldır olduğu gibi annemin ve babamın oturduğu sandalyeler boş. Ben de yerinde yeller esen yirmi iki katlı binanın tam karşısındaki sandalyeme kuruluyorum. Meliha yanı başımda oturuyor. “Göz göze gelmeyelim diye mi böyle oturuyoruz?” diye düşünmeden edemiyorum. Hiç konuşmuyoruz yemek yerken. Çatal kaşık sesleri yüreğimde yankılanıyor. Hani boğazımda bir şey dursa, Meliha bana su vermeyecekmiş gibi geliyor.
Bugün yıkılan yirmi iki katlı bina gözümün önünde beliriyor. Onca yıllık bina böyle bir dakikada yıkılmasaydı keşke. Ve biz Meliha… Keşke böyle olmasaydık. Aynı evin içinde yaşama teğet geçen iki kız kardeş… Nedir bunun sebebi? Ben çok düşünüyorum. Benim ketumluğum mu? Duygularıma gem vurup, hep başkalarının istediği gibi davranmam mı? Yoksa senin kendinle ilgili tasaların, başkalarının gözünde nasıl bir yerin olduğuna dair yersiz saplantıların mı?
Televizyonu açıyor Meliha. Haber bülteni saati… İngiltere’de işlevini tamamlayan bir reaktörü yıkıyorlar. Üç kule birkaç saniye içinde toz bulutuna dönüşüyor. Nedense uzun bir boruya benzeyen dördüncü kule ayakta kalıyor. Ben çatık kaşlarla televizyona bakarken, elinde tencere ayakta duruyor Meliha. Gözleri hiç görmediğimce parlak. Sanki birazdan bu evden çıkıp gidecekmiş gibi. Daha bir dikkatle bakıyor televizyona. “Üçü yıkıldı ama şu kule… Herhalde ona dinamit yerleştirmeyi unuttular…” diyerek gevrek gevrek gülüyor. Soluğu kesiliyor o anda. Tencere bir yanda, Meliha öte yanda.  Yerle yeksan olanların ardından, son kule de yıkılıyor…

Fotoğraf: Özgür Çakır