Bir Plie, İki Battement Tendu, Üç…

Pencerenin yamacına tünedim, yine.  Evimize koşut apartmanları tarıyor gözlerim. İşte orada! Tütüsü üzerinde, ayaklarında puantlar. Geç kalmışım ama. Sahneyi çoktan kurmuş. Mumları yakmış. Çok şey kaçırmış mıyımdır acaba? Sanmam. Baksanıza mumların alevi titremiyor ve erimemiş. O vakit müzik başlayalı çok olmamış. Yaşasın bu sabah da sıkılmayacağım. Ama bir tuhaflık var. Onu ilk defa böyle dans ederken görüyorum. Sürekli tek bacağının üzerinde dönüp duruyor. Kurşun askerden bir bölüm sergiliyor belli ki. İzlendiğinden habersiz hala. Bilsin istemiyorum. Gözlerimi kapıyorum ve müziği dinliyorum. Beni kendimden geçiren operaların geçiş töreninden sıyrılıp, gözlerimi açtığımda çoktan dansa devam ettiğini görüyorum.

Salonu bir uçtan diğerine doğru döne döne kat ediyor şimdi. Gözleri kapalı hava da süzülüşünü izliyorum. Duvara çarpacak diye endişelenirken bir tüy gibi yumuşacık bırakıveriyor kendini yere. Sanki bulutların üzerinde gibi yuvarlanıyor. Ve sonra gökyüzüne doğru kanat çırpan bir kuş gibi havalanıyor. Bir yerde, bir gökte… Tırıs tırıs yürüyor şimdi. Yürümek… Yerçekimine meydan okumak. Ne güzel şey yürümek. Hem de müzik eşliğin bunu yapabilmek.

 Ne yaptığını görmek için daha bir sokuluyorum cama. Bildim bu plie. Bir bebeğin adım atmasıdır balede plie; dizler kırılı halde durmak yani. Ne müthiş bir şey. Bebek ilk kez ayağa dikildiğinde anne ve babasının yüzünde parlayan sevinç kamaştırıyor gözlerimi. Ayaklarıma bakıyorum. Yapabilirim. Onun yanında durmak için aralıyorum perdeyi. Bir an aşağı bakınca başım dönüyor. Yükseklikten değil, insanların devinimi buruyor içimi. Herkes de bir yere yetişme telaşı. Benimse hiç acelem yok. Sağdan sola bile dönemiyorum. Bir tek gözlerim kıpır kıpır. Her yere bakışlarımla yetişiyorum.

Hala dans ediyor. Ben de onun ritmini yakalayabilirim. Tünediğim yerden kayıyorum yere doğru. Düşmek de var bu işin sonunda. Hareket değil, tereddüt beni düşürür biliyorum. Pencerenin kıyısına yapışıyorum sımsıkı. Burnumda biriken benek benek terlere inat “ben de plie yapabilirim” diyorum. Ayaktayım. Tıpkı onun gibi. Onun gibi yapabiliyorum. Sanki burada. Tam arkamda. Sesi boynumu gıdıklıyor.

“Bir plie.”

İşte yapıyorum. Tekrar tekrar yapmalıyım. Plie. Bir daha... Plie. Yeniden... Plie. 

Tuhaf şey hem arkamda, hem de önümde. Düşmeme izin vermeyecek. Ama hatalı bir şeyler yapmama da tahammülü yok. Öğrendim ben pliyeyi. Tek başıma yapabilirim. Ona bakmadan da yapabiliyorum. Yine yaptım. Plie!

Ayakta duran çocuk birkaç adım atıyor. Anne ve babası heyecandan havaya zıplıyor. Alkış, ıslık, türlü tezahüratlar eşliğinde hayata yürüyor bebek… Plie tamam. Ama tek başına ayakta durmak yetmez ki.

İkinci adıma geçmek için sabırsızlanmıyorum. Ayaklandım da diz kırıyorum. İki battement tendu. Şiir gibi bir şey bu. Birkaç saniye kendi kendime mırıldanıyorum. Battemant tendu, battement tendu, battement tendu…

Yürümeyi geçtim bale yapıyorum. Etrafı aynalarla çevrili bir salondayım. Bir tek ben dans ediyorum. O tam karşımda duruyor. Ellerini çırparak komutlar veriyor bana.

“Yıldız ilk önce ısınalım lütfen. Evet, bacakları germek lazım. Esne canım. Esne. Daha iyisini yapabilirsin.”

Dediklerini ikiletmeden yapıyorum. Kaytarmam mümkün değil. Her yer ayna. Neyi yapıp yapmadığımı çok iyi görüyor.

“Evet hazırsın. Artık plie.”

Plie. Bunu bebekler bile yapar diyorum içimden.
           
        “Evet, çok güzel şimdi ayağının altını yere sürülerek en son point durumuna getir. Kalça tam açık vaziyette. Diz tam yanda olacak şekilde dur. Başladığın gibi geri dön. Öne ve arkaya doğru bu hareketleri tekrarla. Ve bir plie. Ve iki battemant tendu.”

Yan yana duruyoruz. Birlikte hareket ediyoruz. Yüzüme hiç bakmıyor. Baksa, belki aramızdaki büyü bozulacak biliyor. Başıyla yönetiyor dansı. Ne kadar da tatlı! Beni hiç zorlamıyor. Ayağının altını yere sürüyor ve son noktada duruyor. Kalçası tam açıktayken, bana bakıyor. Yok, yok “bu olmaz” bakışı değil, “sabret” de değil… “Ne acelemiz var!” dercesine gülümsüyor. Battement tendu beni büyülüyor. Ayaklanmışım. Birazdan kendi etrafımda döneceğim. O sırada sesi yankılanıyor kulaklarımda.
        
    “Yıldız! Bacaklarını ger. Bu yürümek için ilk adımdır fizyoterapide. Biraz yürüyelim. Bir adım atacaksın nihayetinde…


Görsel: Liu Yi

10 Yaşında Bir Çocuğa Sivas’ta Olanları Anlatmak


Geçen gün Konur Sokak’ta yürüyoruz. Her zamanki gibi memleketin kalbi sokakta atıyor. İrili ufaklı kafelerde ince belli etrafında dönen sohbetlerin konularını tahmin etmek çok da zor değil. Sokakta her rengi görmek mümkün. Bu cümbüş içinde insan yaşadığını hissediyor. Sohbete ortak olan hak arayışları ruhları uyandırıyor. İmza kampanyaları, anmalar ve yürüyüşler… 

O sırada kulağımıza çalınan sesle gerçeğe dönüyoruz. Sivas! Unutma, unutturma…


Kaşlarım çatılıyor. Kurumuş kenger ve gelinciklere bakan kuş misali yüzüme bozkırın hüznü düşüyor. Koluma dokunan çocuğun sesi, merakla sorulan bir sorudan çok “sana ne oldu?” dercesine işliyor kalbime. “Halacım, Sivas’ta ne oldu?” Puslu gözlerimdeki nemi dağıtmak için başımı önüme eğerek yürüyorum. Sesim titremesin diye çaba harcıyorum. 10 yaşında bir çocuğa Sivas nasıl anlatılır ki! Metin Altıok’tan mırıldanıyorum..

ben şimdi biraz da
senin için görüyorum;
gökyüzünün parlak,
bakış seken mavisini.
ben şimdi biraz da
senin için duyuyorum;
gecenin o sarsak,
yokuş çıkan ezgisini.
ben şimdi kanayarak
senin için yaşıyorum;
sazan derisi gibi
günlerimi külle soyarak.


Elimi tutuyor ne olduğunu anlamasa da çocuk. Biliyor ki üzerinden onca yıl geçmesine rağmen canım acıyor. Sivas’ta sıra arkadaşımı, türküdaşımı, hayal paylaşanımı yitirdim ben. Bu 10 yaşında bir çocuğa nasıl söylenir ki? 

Belkıs Çakır bugün yaşasaydı 39 yaşında olacaktı. Nasıl bir hayatı olacaktı kim bilir. Belki konuşacaktık yine deli dolu, belki sadece facebook’ta kayıtlı arkadaş listemde yer alacaktı. Ama yaşayacaktı! Onu yaşamdan kopartanlar bugün nerelerde, ne yaşamlar sürüyor… O zihniyet dünyaya hükmetmeye çalışıyor. 


Doğrudur toplumsal olaylar durup dururken, birdenbire ve hiçbir işaret vermeden ortaya çıkmazlar. Sivas’ta öyle oldu. Anlamadığım şey bu topraklarda her zaman bir “ortak düşman”a ihtiyaç durulması. Yoksa birlik ve beraberliğe bu kadar ihtiyaç nasıl duyabiliriz ki? Sivas’ta “ortak düşman” olarak “din düşmanlığı” kullanıldı. Hala kullanılmıyor mu? Gezi’de bunu yaşamadık mı? 

Ortak düşman arayışı bu coğrafyada yaşayanları kamplaştırmadı mı? Neredeyse karşıtlıklar olmadan yaşayamaz hale geldik. Öteki olmak bir prestij haline gelmeye başladı. Bölüne bölüne çoğalmaya devam ediyoruz. 

Evrensel dogmatizm peşine takılıp gidiyoruz. IŞİD ile ilgili haberlere kulak kabartırken bile siyasal İslam’ın katılığı altında eziliyoruz. Hoşgörü ve barış dininin geldiği son nokta içler acısı. Alim olarak geçinenlere insanlığımızı sorgulatacak sorular soruyoruz. “Kızlık zarı olan hayvanları yemek caiz midir?”. “Dolly aşiretinden hayvanları yemek Avrupa’da serbest bırakılmış. Klonlanmış hayvanları yemek caiz midir?” vs., vs., vs… 

İslamlaşmak, insanlaşmak demektir. İnsanları diri diri yakarak, ötekileştirerek, zihni dışlayarak, akla zarar sorular sorarak, insanı caizlerin içine sıkıştırarak ne kadar yaşanabilir. İnsan aklının sınırı yok. Ama sınırın ötesini görmek içinde insanlıktan çıkmaya gerek yok. 

Son söz… Uzağa Giden’ bir dost Belkıs’ın videosunu yollamış (https://www.youtube.com/watch?v=G74U2i1jPIE). Sağ olsun kendisi. İçim titredi izlemeye kıyamadım. Aldım zihnimin en kuytu yerlerindeki anılarla birleştirdim.


Sitem ediyorum o yıllara. Birlikte bir videomuz ve sımsıkı sarıldığımız bir fotoğrafımız olmadığı için. Dostlarınıza sarılın. Çünkü bu coğrafyanın onları sizden, ne zaman, ne şekilde alacağı belli olmuyor. 

Şans Fincanı


Parmaklarımın ucundan kayıp gitti: Şans…

İnsan göz göre kaderini tuzla buz eder mi? Eder.

Hikâyemiz bundan bir yıl öncesinde başlıyor. “Öğlen ne yedin?” deseniz bir çırpıda sıralayamam ama bir yıl öncesinde olup bitenleri an gibi anımsıyorum. Tıpkı bir filmi izler gibi. Hani başkarakter geçmişten ne zaman söz edilecek olsa görüntü dalgalanır ve birden kendimizi o anın içinde buluruz ya, uzuncadır ben öyle yaşıyorum.

Neyse uzatmayayım. O zamanlar kadınların egemen olduğu bir büroda çalışıyorum. Herkesle güler yüzlü bir ilişkim var. Biri haricinde hepsi aklına olta atan dertlerini gelir bana anlatır. Süper çözüm önerileri sunduğumdan değil, kör kuyu misali anlattıklarını başından sonuna soluksuz dinlediğimden benimle konuşurlar. Bu yüzden, adım büroda “Balkon Hanım”a çıktı.  “Bir yerde oturup seninle etrafa, kendimize bakmak iyi geliyor.” diyor kızlar. Ve Balkon Hanım sefaları başlıyor… Aslında hepsinin tasası aynı. Ve görüyorum ki insanlar iyi şeyleri kendilerine saklayıp, can sıkıcı olanları ise yaşamın düğümü haline getirip paylaşıyorlar. Olan biten hep aynı. Sonuç olarak teğet geçen hayatlar bürosunda, gül gibi geçinip gidiyoruz.

Günler günleri kovalıyor. Yaşamın uzun kollularının giyilmeye başladığı zamanlar gelip çatıyor.   Kar, kış var diye balkon sefaları bitmiyor elbet. Mevsim değişse de, dertler baki… Derken senenin son günü gelip çatıyor. Büroda yeni heyecanlar. Malum takvimler değişirken, kaderlerinde değişeceğine inanılıyor. Ve parti başlıyor. Abur cuburla donatılmış masa bir gün sonra başlanacak diyetlerin habercisi gibi. O gün kadınlığımızı kırmızı donlarla donatırken, ruhlarımızı da birbirimize aldığımız küçük armağanlarla taçlandırıyoruz. Yılbaşından çok kaderbaşını yaşıyoruz sanki. Açtığımız her paket, yaşanmamış yıldan alınmış ilk ganimet gibi. Necla’dan kitap, Serpil’den mum, Ömür’den şal kazanıyorum. Ve sıra Leyla’ya geliyor. 

Leyla… Hafif etine dolgun, esmer bir kadın. Cildi pürüzsüz. Yüzü yontu bir kadın kadar güzel. Gözleri badem irisi. Yüzü ne kadar çekiciyse, dili bir o kadar itici. Ağzını her açtığında, bedenimin değişik yerleri karıncalanıyor. Leyla… Yüzüme bakıyor birkaç saniye. Ama burada çalıştığımızdan daha uzun bir bakışma sanki yaşadığım. İçimi görüyor sanki. Üşüyorum. Sarıyorum hırkamla kendimi. İnce bir manevrayla yaklaşıyor masaya, kalan son armağan paketini usulca alıyor. Zanlımca içinde kırılacak bir hazine var.

Leyla… Aramız gergin. “Neden böyle?” diye düşünüyorum ama geçerli bir mazeret bulamıyorum. İlk günden yıldızımızın barışmadığı belli. Aramızda hır gür yok. Birbirimize karşı mesafeli ve bir o kadar da nezaketliyiz. Öyle ki her an yüzümüzden akıp gidecek olan plastik gülümsememiz, sonunda birimizin nakavt olacağı bir dövüşün habercisi gibi. Zaman zaman ipleri ele alıyor. Görünmez bir yular takılıyor boynuma. Ben debelendikçe o duruşuyla, bakışıyla kamçılıyor beni. O vakitlerde ben daha bir sessizleşiyorum. Kendimi işe veriyorum. Beni istediği noktaya getiremediğinde öfkeleniyor. Bu yaşadıklarımızı kimsenin ruhu duymuyor. Sinsiliğin bile bir asaleti varmış ki bunu Leyla’dan öğreniyorum. 

Leyla… “Hepimize tek bir armağan aldım. Haydi, bunu balkonda açalım” diyor. Kendimizi bir anda balkonda buluveriyoruz. Soğuk falan işlemiyor hiçbirimize. Şekere üşüşen karıncalara benziyor pakete ulaşan ellerimiz. Hazineye ulaşmak için var gücümüzle yırtıyoruz paket kâğıdını.  Çıka çıka fincan takımı çıkıyor o süslü paketten. Kimse bozuntuya vermiyor, öylece kutuya bakıyoruz.  Leyla kinayeli bir şekilde “Balkonda kahve içmeyi seviyoruz ya onun için aldım” diyor. “Demek Leyla balkonda kahve içmeyi seviyormuş” diye düşünüyorum. Ağzımı açıp bir şey söylememe fırsat vermeden devam ediyor konuşmaya Leyla. “Hepsinin içine de not yazdım. Bakalım kime hangi fincan çıkacak?” deyip sırıtıyor. Ömür atlıyor karton kutunun kapağını bir çırpıda açıyor ve hemen aşk fincanını kapıyor. Elleri havada bildik şarkıyı tutturuyor. “Tanrım tek başına koyma kullarını, yalnızlığa ancak…” Kahkahalarımız sokağı inletecek cinsten. Sesimiz tüm evreni kaplıyor. Öyle ki yoldan geçen gençler ellerindeki deki içeceklerini havaya kaldırıp bizi selamlıyor. Necla çok istediği sağlığına kavuşuyor. Serpil hep paracıydı zaten. Leyla’da başarıyı kapıyor. Bana da şans kalıyor. Herkes pek bir mutlu. Leyla’ya teşekkürün biri bin. Fincanım hala kutusunda. Şans… O sırada kızlar içeri giriyor. Tek başıma balkondan kenti seyre dalıyorum.

Az önceki kahkahaların yerini alan sessizlik içten içe kulaklarımı kemiriyor. Bu balkonda şahitlik ettiğim tüm konuşmalar sanki uyanıyor. Yanı başıma baksam yitik sevdaları, ederinden eksiğine bozdurulmuş altınları, hüznün tende açtığı yaraları göreceğim. Uzağa bakıyorum. Balkonun beni yutmasına izin vermiyorum. İçeriden sesleniyor Leyla “fincanını al da gel kahve yapıyoruz…” Gülümsüyorum. Sahi Leyla beni çağıyor. Üstelik beni balkondan yanına çağırıyor.

Fincanımı elime alır almaz sert bir rüzgâr esiyor, dengemi kaybediyorum. Şans fincanım elimden fırlıyor, havada daireler çizdikten sonra ayaklarımın dibine düşüyor. Koşup geliyor kızlar. Kulplu kısım Leyla’nın ayaklarının dibinde öylece bana bakıyor.

Görsel: Marc Chagall


Ölen: Şimdiki Zamanlar*

Başımı gömdüğüm kitaptan kaldırdığımda, televizyondaki görüntüye takıldı gözlerim. Ses, var yok arası. Belki de bu yüzden yıllar önceki bir medeniyete ait bir belgesele baktığımı birkaç saniye içinde kavrayabiliyorum. Buluntular bir bir anlatılıyor izleyiciye. Savaş aletleri, tabaklar, kaşıklar, bardaklar, kolyeler…

Gözlerimi evimin içinde gezdiriyorum bir an. Şu an deprem olsa ben ve içinde bulunduğum bina yerin yedi kaç dibine gömülsek, yıllar yıllar sonra gömü değeri taşır mıyız? Ölen şimdiki zamanlar olacak. Ama gömüyü gün yüzüne çıkaran için eskimiş sayılacağım, sayılacağız. Hoş bu evdeki her şey müzelik öyle yerin dibine batıp, çıkmaya gerek yok ama.

Bazen böyle şeyler düşündüğüm için aklımdan şüphe ediyorum. Toprağın ne kadar merhametli bir örtü olduğunu biliyorum. Çiçekle, börtü böcekle şimdiyi yaşattığı kadar içinde geçmişi de taşıyor. Üzerinde barındırdığı mezar taşlarının çokluğuna bakınca toprağın yükünü kavrayabiliyorum. Tuhaf olan benim bunları düşünmem mi? Yoksa bilmem kaç yıl önce yaşamış adamın birinin evinde kullandığı çatalı, kaşığı, maşrapayı müzeye götürüp sergilemek mi? Tartışılır. Üstüne bir de üşenmeden belgesel çekmek… Geçmişi kazıyarak kendini var edenler oldukça daha çok belgesel yapılır. Mesela ben. Hatta hayatım. Her hafta belgeselini çekiyorum. Terapide.

Ayrıntıya çok önem veriyormuşum. Resmin bütününü kaçırıyormuşum.” Terapistimin yalancısıyım. Zihnimin dağınıklığından kurtulmak için düşüncelerimi seyreltmem ve işlevsel olmayanlardan kurtulmam gerekiyormuş. Böylece kaygı ve takıntılarımdan kurtulabilirmişim. Hayatım o zaman belgesel değil belki roman tadında olurmuş.

Belgesel devam ediyor. Çocuk oyuncaklarına bakıyoruz. Bakıyoruz diyorum. Milyarlık dünyada şu saatte sadece ben izlemiyorumdur herhalde bu programı. Yalnız olmak istemiyorum. En azından reyting kardeşliği yaşayabilirim. Oyuncaklar dünyasından, ölüler dünyasına hızlı bir geçiş yapılıyor. Bir lahde bakıyoruz şimdi. Neden mi sesi açmıyorum? Gözlerim aldansın istiyorum. Duyduklarımın, kurgularımı sonlandırmasını istemiyorum. Zaten bugünlerde hep ölümü düşünüyorum. İyi oldu denk geldiğim. Şimdi anlatıları dinlesem içimde saklı olanları çıkartamam. Ölmek değil de ölünün ardından yapılanlar ilgimi çekiyor. Çok çeşitli senaryolar üretiveriyorum.

Annem ölmüş mesela. Kimler gelir ki cenazesine diye düşünüyorum. Kalabalık içinde kendime bir yer buluyorum. Uzaktan çok uzaktan kendime bakıyorum. İnsanların cami avlusunda toplaşmaları, oldukları yerle tezat gülüşmeleri, dedikodu etmeleri, annemle ilgili anılarını anlatmalarına katlanıyorum. Bazılarının bana şefkatle yaklaşmaları hoşuma gidiyor. Hele gelip üzgün suratlarla sarılanlar, bir de böğüre böğüre ağlayanlar yok mu? Bunları defalarca defalarca kurguluyorum aklımda.  Mesela “şu lahdin içinde yatan nasıl uğurlandı bu dünyadan acaba?” diye düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Yıllar yıllar sonra bir belgesele konu olup, en mahrem haliyle binlerce kişinin gözüne sokulacağını düşündü mü ki hiç? Belki de onun ölüm töreni hala devam ediyordur. Annem peki. O hiç düşündü mü ki cenazesini? Kimlerin geldiğini, neler yaptığını, beni, kardeşimi, babamı… Lahdin yanına serpiştirilmiş armağanlara bakıyoruz şimdi. Gözyaşı şişeleri, meyve çanakları, şarap sunakları…

Ölümü düşünmek ürkütmüyor beni. Dedim ya ben daha çok törenlerle ilgileniyorum. Törenleri çeşitlendirmek için sırayla evdekileri öldürüyorum. Hepsine bir merasim düzenliyorum. Sıra kendime gelince içim ürperiyor. Kendime bir tören yapamıyorum. Bir türlü kendimi öldüremiyorum. Lahdin kıyındaki gezimiz bitince karanlık bir odaya giriyoruz. Odada türlü heykeller. Yaşamın sessiz tanıkları sanki her bir surat. Hepsinin gözleri kocaman açılmış. Yaşanmışlıkların ürpertici yüzü nakşedilmiş hepsinin bakışlarına. Şimdi bu heykellerin yaşam görevleri hakkında konuşuyoruz. Tam ortada duran dünyanın ekseninin eğiminden sorumlu sanırım. Benim terapistime benziyor.

Böyle şeyler düşünerek ne tür bir fayda sağladığımı merak ediyorum diyecek bunları anlattığımda terapistim. Şimdiki zamanı başka türlü nasıl öldüreceğimi bilemediğimi söylerim ben de kendisine olur biter. Onu bir tür arkeolog olarak görmeye başladım bu belgeselli izlemekle. Üzerim çeşitli zamanlarla örtülmüş. Terapistim şimdiki zamanda kalmak konusunda ısrarcı. Bense uzağa gitmek istiyorum. Geçmiş ya da gelecek fark etmez. Zamanın üzerime merhametle kattığı bazen de zorbaca benden çaldıklarını terapi odası denen müzede sergilemek... Bunu düşünmek başımı döndürüyor, midem bulanıyor. Sıkıntımdan kurtulmak için başlıyorum bir bir bizimkileri öldürmeye. Sıra kardeşime geldiğinde telefon çalıyor. İç gıcıklayıcı sesiyle konuşuyor.

“Nabeerr”
“İyidir senden?”
“Napiyosun?”
“Hiiiç. Okuyordum. Sonra bir belgesele sardım.”
“Ben de kitap okuyorum. Uzuncadır bu kadar beğendiğim bir kitap olmadı. El âlemde ne aileler var bir görsen. Romandaki kadın ve adamın aşkı öyle hoş ki. Aslında kadın bir katil. Ama adam kadını çok seviyor. Bu yüzden cinayeti üstleniyor. Eee bu bildik bir hikâye ne var bunda deme. Çünkü kadın morfinman. Hapse girse madde kullanamaz ve ölür. Bu yüzden adam içeri düşüyor. Çok romantik! Bir de bizimkilere bak. Kahve içip, fal bakıyorlar. Arada babamın sokakta iri memeli kadınlara baktığı gözümden kaçmıyor ama…”

Belgesel iyiden iyiye heyecanlandı. Karanlık odadan çıkıp, yeniden lahdin yanına geliyoruz. Yoksa… Evet, tam düşündüğüm hatta istediğim gibi. Birazdan lahdin kapağını açacağız. Sırıtıyorum uzuncadır beklediğim bir şey gerçekleşmişçesine. Lahitten dış dünyaya sızan gizemli hava, şimdinin doğasını etkileyecek ve birazdan kim bilir neler neler olacak? Bekliyorum…

“Baban bir gün o koca memeli kadınlardan birinin peşine takılıp evden kaçarsa ne olur?”
“Film olur. Puhahahahahaaaaaaaaa. Babam üşenir. Yapmaz öyle şeyler.”
“Neden yapmasın?”
“Yapmaz”
“Ya yaparsa?”
“Yapmaz diyorum. Neden yapsın?
“Ya yaparsa?”
“Niye üzerime geliyorsun?”
“Üzerine gelmiyorum. Sesin değişti. Üstelik bağırıyorsun”
“Değişmedi. Bağırmıyorum. Benim konuşmam böyle. Sen değişiyorsun bilmem farkında mısın? Şu terapiste gittiğinden beri dedektif gibisin.”

Sadece lahde bakıyoruz. Ses olmadığı için anlatıcının kurgusunu bilmiyoruz. Bu gerilimi seviyorum. Yıllardır bu anı beklemişiz.

 “Ben sana okuduğum kitabı anlatıyorum, sen babamı bir kadınla evden kaçırtıyorsun.”
“Ailenden yakınan sen değil miydin?”
“Ben ailemden yakınmıyorum”
“Az evvel kitaptaki adam ve kadını kim anlattı?”
“Ben anlattım ama…”
“Onca okuduğun kitap içinde bana hiç birini anlatmadın. Neden şimdi bu aileyi bana anlatma ihtiyacı hissettin?”

Ve lahdin kapağını açtık. Mezarın içinden sızan hava sanki ekranı aşıp evimi sardı. Birden kendi cenazeme konuk oluverdim. Evim mezarıma dönüştü o an. Müzeymiş meğer burası. Sergileniyormuşum. Geçmişi bir gün tekrar kazıyacak olan daha sonraki nesilleri bekliyormuşum. Ve o. Telefondaki. Sibel. Aslında şimdiki zamanı öldüren kişi olarak lahdin kapağını açıp aslında kendi hayatını öldürüyormuş.


* Sevgili okur, "Dünya Öykü Günü"müz kutlu olsun. 

Görsel: TimeOut - Özgür Çakır 

Pilli Saat

Saatimin pili bitmiş. Sanki biri ya da bir şey ölmüş gibi; insan, kuş, kedi, çiçek… Bir tek o bundan etkilenmiş. Saatim durmuş ama dünya dönmeye devam ediyor. Üst komşu hala gürültücü, ödenmesi gereken faturalar boylu boyunca masanın üstünü kaplamış, insanlar bir yerden öbürüne yetişme telaşında ve ben kalkıp işe gitmek zorundayım. Oysa saatimin pili bitmiş. Ben dâhil kimse bunu fark etmemiş. Bir tek saatim kendi varlığından haberdar ya da varlıksızlığından.

Dün durmuş,  tam 5’e 20 kala. O vakitlerde ben bir başıma sinemada oturmuş bundan sonraki sıkıcı hayatımın nasıl geçeceğini düşünüyor, aslında evrenden habersiz planlar yaptığımı sanıyordum. Oysa içimden geçen ya da geçmeyen her şeyi kara delik misali bilir bu evren. Kurguladığım tüm kehanetlerimi doğrular. Ne düşünüyorsam o olduğumu fısıldar bana. Bunun için saatlerce yoga vs yapmama ya da nirvanaya erip tekrar dünyada dolaşmama gerek yok. Dün saat 5’e 20 kala, dalga geçtiğim evrene yolladığım mesajları düşünerek aslında bahtsızlığımı yüzüme yüzüme vuran filmle içlenirken durmuş saatim. Kim dayanır ki bu hüzne. Durmuş işte. Zaman durmuş. Zaman durduran hüzünlerim var benim. Hüzünlerim bir de beni durdurabilse.

Duran saatim kadar cesaretim var mı ki? Durabilir miydim ben de? Ne olurdu acaba bir an durabilseydim. Etrafımda her şey akıp gitmeye devam etseydi de ben dursaydım. Tıpkı o masaldaki gibi. Gittiğim terapi grubunda çocukken okuduğumuz ya da anlatılan masalların anımsanan ve unutulan yanlarının yaşantılarımızla ilgili olduğunu söyledi terapist. Ben masalları başından sonuna kadar anımsarım. Çünkü benim derdim unutamamak. Aslında başkarakterleri unutmak isterim. Yan karakterler bana daha cazip gelir. Sekiz çocuklu evin, beşincisi olunca belki insanın başkarakter olmaya fırsatı olmuyordur diye bir yorum yaparak iç döküntülerimi biraz olsun sessizleştirebiliyorum şimdilerde.  Hem ne o öyle her şeyin başkarakter etrafında dönmesi.  Oysa hayat çok katmanlı. Bu lafa sinir oluyorum ama bak yeri geldiğinde ne güzel de duruyor satır arasında. Oysa daha küçükken söz verdimdi kendime sırf güzel duruyor diye bir şeyleri yapmamaya.

Neyse… İyi ki son zamanlarda televizyon dizilerinde yan karakterlerin hayatları gündeme geldi. Ama hep aşçı, hizmetçi, uşak. Oysa ben gibi yan karakterlerinde güzel bir hayatı olabilir. Buna kendim bile inanmasam da söyleyebilmem bile önemli bir adım. Çünkü çok çok küçükken inanmadığım hiçbir şeyi söylememeye söz vermişti. Yahu benim küçüklüğüm hep bir şeylere söz vererek geçmiş. Ne zaman yaşadım hiç bilemedim vallahi.

Saatimin durmuş olması günlük hayatımın ritmini bozdu. Derhal ona pil taktırmam gerektiği için düştüm yollara. Bir an her şeyin durduğunu hayal etmek istedim. Yapamadım. Ne mümkün. Sanki saatimin durduğunu herkes duymuş yolda üç kişi sırf nispet olsun diye “saat kaç?” diye sordu. Oysa şehrin her yerine kazulet misali saatler dikildi. Cep telefonu var. Saatime baktım sitemkâr. Durdun da halt ettin sanki. Aklıma o masal geldi niyeyse. Terapi grubunda anlatacak bir şey çıktı diye sevindim. Uyuyan Güzel. Bırakmadılardı ki kız bir başına uyusun. Herkesi uyuttulardı. Sonra hep bir öpücükle her şeyin düzeldiği o masallardan birini daha anımsadım. İnsan öpülmekten kaçınıyor ama bir öpülüyorsun duran hayatın değişiveriyor. Bir öpücük uğruna ne hayatlar bekleşiyor ya Rab. 

Yoruldum kendi sesimden, kendimi duymaktan. Birazda başları anlatsın bana beni ve kulağım yabancı sesleri keşfetsin. Yol boyu sesleri dinledim. Kulağım bir saatin tik taklarını aradı. Böylece zamanın hala bir yerlerde işlediğini bilecektim. Tik takların zamana uyum gösteren seslerini sağır etti kulağımı. Yol boyu insanların hırslarını, avuntularını, iniltilerini, sinirlerini duydum. Yani zaman durmamış kendi bildiğince akmaya devam ediyordu. Bir tek benim saatim yaramazlık yapmış, zamana çelme takmıştı. Buna kızan zaman onu oyun dışı bırakmıştı.  Son 27 saattir öylece kala kalmıştı ortada saatim. Onun bu yalnızlığı, işe yaramazlığı içimdeki kaygıları kamçılıyordu. Adımlarımı hızlandırdım. Sonunda saatçiye geldim.

Kapıyı açtım. Eski bir dükkân burası. Antikacı misali içeride daha önce hiç tanış olmadığım onlarca şey var. Gözlerim guguklu saat arıyor. Ama burada yok. İçeride hacı yağı ve metal kokusu birbirine karışmış. Loş ışıkta acabası. Başımı kaldırdığımda göz göze geliyoruz. Hulusi Kentmen’e benzeyen bir adam saatçi. Tatlı sert. Dudakları bıyıklarının altında kaybolmuş. “Yaşlı erkekler neden göbeklerine kadar çektikleri pantolonlar giyer?” sorusu yine beliriyor aklımda. Başımla selam veriyorum. Cebimden çıkardığım saatimi gösteriyorum. Birkaç müşteri daha var içeride. “Az bekle” bakışıyla selamlıyor beni saatçinin gözleri. Sıranın bana gelmesini bekliyorum.

İçeride durmuş bir sürü saat olduğunu fark ediyorum. Desene birçok kişinin zamanı durmuş. Nedense bu düşünce beni hafifletiyor. Dükkân boşalasıya kadar o saat senin, bu saat benim zamanda yolculuk ediyorum. Derken “hanım kızım…” sesi sıranın bana geldiğini söylüyor.
Saatimi uzatıyorum. Avucunun içine alıp bakıyor önce birkaç saniye. Başını kaldırıp bana bakıyor. “Oldukça eski…” diyor. “Annemindi. Ona da annesi vermiş. Anneanneme kimden kalmış ya da nereden almış bilmiyorum” diyorum tüm soruları bir anda savuşturmak için. İnce uçlu tornavidasıyla nazikçe arka kapağını acarken saatimin, ikimizde geçmişteki yolculuğumuza devam ediyoruz. Ne zaman pillerin değiştiğinin yazıldığı küçük not kâğıdı görünce yüzüme bakıyor ve mırıldanıyor “iyi dayanmış…”

Zaman dayanır mı? Zaman acıtır. O hâkimdir. Hüküm verir, ona göre yaşar gidersin. Uyandığımda bugün günaymasın diyebiliyor muyum? Büyümek istemedimdi de bak on ikime gelmeden kuşburnu gibi dökülmeye başlamıştı memelerim. Şimdi gerdanımı süsleyen ince çizgilerle olan savaşımı düşünüyorum. İyi dayanmışmış. Vallahi Hulusi Kentmen’e benzemesen sorardım ben sana. Kaşlarım çatılmış ki “n’oldu?” bakışlarıyla kendime gelip, derin bir nefes alıp gevşiyorum. “İçine pilin civası akmış” diyor saat tamircisi. Haznesi dolmuş. “İyi dayanan zaman işte böyle izler bırakır mı?” diye küçümser bir gülücük geçiyor dudaklarımdan. “Biraz zaman alır bunu tamir etmek, dilerseniz akşama gelip alın…” .“Peki, akşam olduğunu nereden bileceğim?” diye bir şeyler dökülüyor ağzımdan. “Ezan sesinden ölç zamanı…” diye matrak bir ses çalınıyor kulağıma. Hangi filmde gördümdü ben bu adamı. “Çocuğum sen hiç dışarıda oynamadın mı? Akşam ezanıyla eve girilir. O vakit gün gecenin koynuna girer, sokaklara kurtlar, kuşlar iner.” Tamirci, “o eskidendi, çok eskiden…” gülüşünü yerleştiriyor yüzüne. Hala hangi filmde gördüğümü anımsayamadığım adam “bir çay söyle ahretlik, şöyle tavşankanı olsun” diyor. Tamirci başını kaldırıyor “göz açıp kapayıncaya kadar akşam olur dertlenme kızım.” deyip kapıya yöneliyor “Saniye Hanım kızım bize iki demli çay.”