Boyalı Düşler



“Sen gündüzleri düş görür müsün?”

Marulları yıkıyorum. Suyun akışına takılmış gözlerim. Ellerim yaptığı işten nasıl da emin. Otomatiğe takmış giderken… Yüzüne bakmadan, başımı iki yana sallayıp “Sen?” diyorum.

“Görüyorum.”

Yerinde duramıyor. Ellerini nereye koyacağını bilse rahatlayacak. Bir sağıma, bir soluma geçiyor.

“Anlık ama. Gözlerimi kırptığımda görüyorum.”

Ellerim iş görmeye devam ediyor. Ölü köpek gözü bakışlarımı dikiyorum gözlerine. Birden dikleşiyor. Bir adım geri atıp, derin bir nefes alıyor.

“Sahiden görüyorum.”

Bir sus molası veriyoruz. Kulaklarımda akıp giden suyun sesi. Bakışıyoruz. Ne o, ne ben göz kırpmıyoruz. Sessizliğimizi çatallaşmış sesiyle o bozuyor.

“Saçma sapan şeyler görüyorum. Bazen bir karınca ülkesinde oluyorum. Bazen uzaya gidiyorum. Olmadı elma soyarken görüyorum kendimi. Yorulduğumda, üzüldüğümde, kendimi bir başıma kalmış hissettiğimde gözlerimi daha çok kırpıyorum. Her göz kırpışım benim için yeni bir düşe dalmak oluyor. Zihnim boşalıyor. Bir avuç karanfil ya da nane yemişim gibi nefesim açılıyor.”

Sustu. “Eee bir şeyler desene…” dercesine nasılda kıvranıyor. Hayal gücünü çoktan rafa kaldırmış birine, anlatılacak en son hikâye bu olsa gerek. Ama haberi yok garibimin. Metalik bir sesle “Şanslısın o zaman. Benim başıma hiç böyle şeyler gelmez.” diyorum. Oysa içimde kıpırdanan, rafa çıkarmadığım bir sürü düşüm olduğu biliyordum. Ben lafımı bitirir bitirmez söze giriyor.

“Evet de… Bir sorunum var.”

“Hadi sorsana!” diye bakıyor melül melül. Yüzüne bakmıyorum. Ama bakışlarını tam şah damarımın üzerinde hissediyorum. Kanımı donduruyor o delici bakışlar. Nabzım yavaşlıyor. Neyse ki ellerim işinde usta. Çok geçmeden ses vermeyeceğimi anlıyor.

“Son günlerde çok az göz kırpmaya başladım.”

“Demek ki mutlusun.”

Benden cevap alamayacağından o kadar emindi ki… Yutkunuyor.

“Yok mutlu değilim. Yani mutsuz da değilim. Üff ya! Ne olduğumu bilmiyorum. Gözlerimi az kırpıyorum… Az bile değil. Neredeyse hiç kırpmıyorum.”

Ardını döndü. Ne olduğunu anlayamadım. Beşi ağzında, onu boğazında bir şeyler geveleyip duruyor. Derken yaralı bir hayvan gibi böğürüyor.

“Gördüğüm düşler renksizleşti.”

Marulları yıkamayı bitiriyorum. Elimdeki domatese bakıyorum. Yeşilimtırak… Omzunu kavrayıp, onu kendime doğru döndürüyorum. Gözleri sırılsıklam. Ama bu yaşlar, ağlamaktan farklı. Gözünü kırpmamak için direniyor. Canının yandığı besbelli. Suyun akışını artık duyamıyorum. Gözlerimi kırpıyorum. Her yer pembe. İrkilip açıyorum gözlerimi. Karşı karşıya duruyoruz hala. Gözlerinden şıp şıp yaşlar damlıyor.

“Kırpsana gözlerini”

“Olmaz. Renksiz hayatım bu düşlerle şenlendi. Ama şimdi gördüklerimden renkler silindi. Pembe, mavi, sarı, kırmızı… Hiçbir rengi göremiyorum! Geri istiyorum hepsini. Yoksa hayatım yeniden tez düze olacak. Ve ben bunu kaldırabilir miyim…”

Hıçkırıkların bini bin para. Karşımda ağlayan bir adamdan çok, mayına basmış bir insan görüyorum. Evet evet mayına basmış… Darmadağın. Oraya buraya dağılmış parçalarını toplama telaşında. Nereye koşsa kendinden bir parça buluyor. Parçaları birleştirdiğinde ortaya çıkansa, eskiye benzemekten çok uzakta. Ellerimin arasına alıyorum başını. Sıcakcıkmış avuçlarım.

“Ağla”

Uluyor resmen. Ter. Salya. Sümük. Tükürük. Ara ara kendine geliyor, konuşuyor.

“Sözün bittiği yerde düşler girdi devreye. Yalnızlığımın, yaşadığım sessizliğin sesi oldu düşler. Sesin güzelliği, gördüklerime başlangıçta pembe olarak yansıdı. Gözümü kırptıkça sesin rengi yankılandı. Pespembe düşler görmeye başladım. Pembeye daha önce hiç bilmediğim, görmediğim renkler eklendi. Hatta benim çocukluğumda kavuniçi diye bir renk vardı. O bile geri geldi. Gerçek hayatta benim olmayanlar, bırakıp gidenler, izini kaybettiklerim gözlerimi kırpmamla hayatıma girdi.”

Sustu. Ağlamıyor artık. Yorgun düştü. Perişan görünüyor. Dili damağına yapışmış olmalı. Musluğa yöneldi. Bir bardak suyu içerken, ilk kez gözlerine bakıyorum. Bal rengi gözleri giderek soluyor. Ona baktıkça gözlerim acıyor. Sanki bir avuç kum kaçmış gözüme. Kırptıkça kırpıyorum. Her seferinde bir renk cümbüşü. Onun sabit bakışlarına karşılık, benim sağanak yağmura dur demeye çalışan silecekler gibi aşağı yukarı inen kirpiklerim… Sanki bir kaleydeskobun içindeyim. Bir cümbüş ki… Artık gözlerimi sürekli kırpıyorum. Yüzüme bakıyor “hayırdır?” gibisinden.
“Gözlerimi kırptıkça renk görüyorum” diye inliyorum.

Olduğu yerden ne zaman, nasıl doğruluyor anlamıyorum. Panter edasıyla atlıyor üzerime. Tırmalıyor yüzümü. Sanki yükseklerden avına odaklanıp, süzülerek üzerime gelen bir şahin. Gözümü çıkaracak namussuz. Gagasının kıvrımında, güneş ışığı parıltıyla yüzüme doğru yaklaşıyor. Yüzüm kim bilir ne halde?

“Ver çabuk renklerimi…”

Avaz avaz bağırıyor. Tepiniyor üzerimde. Nasıl bir itiş kakış bu… Hiç direnmiyorum. Gözlerimi kırpıyorum. Pembeler, morlar, lilalar… Rafa çıkmaya hazır düşlerim çoktan ayaklanmış.

“Asıl sen ver suretleri” diye karnına bir tekme basıyorum. Duvara tosluyor sersem. Şahinin kanatları yüzümü yalayarak geçip gidiyor. Gözümü kurtarıyorum, ama pençesi saçlarımdan bir tutamı alıp götürüyor.

Elimdeki domates şimdi kıpkırmızı.

Fotograf: Özgür Çakır