BAB-I KALEM


Zihin bir hapishanedir. Barbarların bile düşünemeyeceği kadar ızdırap veren bir hapishanedir üstelik. Köleler, savaş mahkumları, işkenceye maruz kalanlar, aşıklar, terk edilenler, gerçeği kırılanlar, düş alıp satanlar hatta uzağa gidenler bile an gelir bu hapishaneden çıkmanın yollarını ararlar. Bedenden çıkıp gidilemeyeceğini anlayanlar, zihnin kapısını aralar varoluş dergahında. Başına bahar vurdu dedikleri durum tam olarak budur işte. Her bahar aynı şey olur aslında. Buna da alışılır diye baştan savabilir insan. Ama, zihin dipsiz bir kuyudur. Her şey sonbahara kadar da olsa zihin kapısı bir kez aralanmıştır…


Hiç size gerçek gelen bir düş gördün mü?


Ben gördüm. İçimdeki karanlığa gece diyorlardı. Örten ve gizleyen o kadar kararmıştı, olup bitenleri saklamaya siyahın kudreti yetmedi. Herkes gündüzümü istiyordu. Işığa koşardı çünkü bütün pervaneler. İki ömrü sürdüklerinden habersizce yaşayanlara bakıyordum. Birini yaşamak için, öbüründen vazgeçenlere. Geceyi, gündüze yar edenlere. Gündüz için geceyi y’aralayanlara. Yaşamak için, üzerlerine yaşanmamışlıklardan bir örtü örtenlere. O anda elimi tuttu ve seslendi g’ece, g’ece! Bu masalın prensesi sensin diye fısıldadı. Bildiğim en büyük türbeye baktım o anda. Benim için ışıklar yandı. Gökyüzündeki yıldızlardan bir harita yaptım kendime. Bir Kale’mim vardı. “Ellerimi Bırakma Yaz” dedi. Hayal kırıklıklarından gerçek yaptım. Gerçeklerden düş!




Peki ya, bu düşten uyanman mümkün değilse?

Düş dünyası ile gerçek dünyayı birbirinden nasıl ayırt edersin ki? İnsan doğası gerçeği bilmek ister der Aristo. Nedeni bilirsen, nasıla dayanabilirsin der Nietzsche. Peki ya ben? Ne zaman kendi sözlerimi söyleyeceğim. Yedi koca yıllık zihinsel esaretin bedelini ödemek istiyorum. Ezberlerimi bozmak. Bilgi nal olmuş aklıma. Nal çakılmamış kısraklar gibi yaşamak istiyorum. Özgürce! Bunun için uyuyorsam sakın beni uyandırmayın. Hayat bir rüyadır. Nereden mi biliyorum? Her gün o rüyayı görüyorum. Çünkü, bu dünya da yaşıyorum. Dünya! Rüya içinde, bir rüya olan dünya.




Rüyalarımı anımsıyor muyum?

Anımsamak için iz bırakıyorum. YAZIYORUM!

BirMilyonKalem’de (1MK ) yazıyorum. Zihnimin editörlüğünü yapıyorum. Sınıyorum kendimi. İnsan kendine gelmek için nelerden vazgeçebilir diye soruyorum? Yazanlar dünyasında gündüz ve gece gibi keskin çizgiler olmadığını görüyorum. Okuyorum. Her zihinle bir dünyada geziyorum, soluklanıyorum.

BirMilyonKalem bir gönül yolculuğu….

Sonu gelmeyen sayfalara iz bırakmak umuduyla..

BAB-I KALEM… Girmek gerek!



BirMilyonKalem - 1MK

Konuk yazar olmak ya da bu yolculukta aramaza katılmak gibi bir düşüncesi olan kalem sahipleri

birmilyonkalem@gmail.com

adresine bir e-posta yollayabilirler.


Hayatı Yağmalamak

Düşünün!


Biri öldüğünde önce eşyaları yağmalanır.

Hemen terlik ve ayakkabı uzaklaştırılır evden. Kapının önüne konan ayakkabının bir başkası tarafından giyildiğinde, ölmüş olan kişinin ruhunu özgürleştirdiğine inanılır çünkü.

Kapının önüne konan bir çift ayakkabıyı kim alır? Alan o ayakkabıyı giydiğinde kendi yükleriyle yürüdükçe ölü bir bedenin içinden kaçmış olan ruh ne kadar özgür kalır?

Özgürleşmek yalın ayak yürümekse, bunu ölmeden öncede yapabiliriz. Çıplak geldik bu dünyaya. Ardından hemen köle edildik çula, çaputa. Giydirildik! Ölünce bize giydirilenleri çıkartıyorlar üzerimizden. Bir bir elbiselerimizi dağıtıyorlar. Verilen her elbise bi günahımız belki de. Ölünün elbisesini giyenler onun yüklerini de giyerler mi?

Yaşamın sırlarını bilseydin
Ölümün sırlarını da çözerdin
Bugün aklın var, bir şey bildiğin yok
Yarın, akılsız neyi bileceksin!


Ya Hayyam! Ben bulmaca çözmeyi sevmem. Bu dünyaya bir sırrı çözmeye gelmedim. Bu dünyaya kendimi bulmaya geldim. Aşkı bulmaya yemin ettim. Bu yolda aklımı sermaye ettim kendime. Şimdi söyle bana ölünce aklım benden gidecek mi? Aklın dökülen yaprakları anılara bu nedenle tutunur arkada kalıp ölümle yüzleşenler. Akıl, anı demektir. Belki de bedendeki aklı saklamak için evde fotoğraflar mitleştirildi. Yaşamı bir an çerçevesinde bir fotoğrafta saklamak. O zaman dilimini bir kağıt parçasında hapsetmek. Ayakkabılar, elbiseler verildi. Yaşayan ruh sözde özgürleştirildi. Peki fotoğraftaki ölüyü nasıl özgürleştireceğiz? Mektuplar ve fotoğraflar bu yüzden mi yok edildi? Küller küllere karıştı. Peki aklım şimdi nereye gitti?

Bir ölüyü özgürleştirmek demek paylaşılan hayatı yağmalamak mı demek? Anıların içine hapis edilmiş biri ne kadar özgürse, eşyaları yağmalanmış ve sözde bu dünyadan silinmiş biri de o kadar özgürdür. Anılarla yaşatılanlar ne kadar özgürdür? Ölüleri anı sandıklarından çıkartın! Ölülerin eşyalarını dağıtmakla yaşamda bıraktığı izleri dört yana saçamazsınız. Başka coğraflara kovarak hayatınızda yok sayamazsınız. Yağlanmış hayatlar toprakta özgür kalır. Gelir sizi anı olarak bulur. Korkun!

Anı sandığını açmak yürek ister. Yüzleşmek tüm yaşamla her babayiğitin harcı değildir. Açınca zaman denen karabasan çullanır insanın üzerine. İnsanlığı dar gelir bedene kaçmak ister özgür dünyadan ötekine. Gidemezsin öte dünayaya zamanın daha gelmemiştir. "Hayatı yönetmeyi bırak!" der içindeki bilge. Sadece yaşamla yüzleş. Anı sandığını havalandır şimdi. Gönderilmemiş mektuplar, ertelenmiş bedenler, kavuşamayan ruhlar! Serbestsiniz şimdi..

Nietzsche haklı; hayat bir deneme değildir. Yaratıcıyı ve insanları sınamamak gerekir. Sınırları belirleyen beden değil çünkü. Öyleyse neden dünyayı parmağımızda döndürmeye çalışıyoruz? Herkesi denetiliyoruz? Ölüleri bile özgür kılmak için törenler yapıyoruz. Yaşamı yağmalamak yeni güne uyum sağlama süreci bekli de. Her yeni gün, hayatın oyunlarına uyum sağlamak ya da sağlayamamak arasında geçip gidiyor. Uyum sürecimize bağlı olarak ya mutlu oluyoruz ya da acıdan kıvranıyoruz.

Gerçekte ise ölü bir günden kalanları, diğerinin önüne koyarak ertesi günü özgürleştiriyoruz. Yaşıyoruz. Hayatı yağmalıyoruz!












.

Öylesine… [ Günden Kalanlar ]

bu sabah dokunmak istedim sana
sözün sessizliğe kaçtığı zamanlar

titrerse soluğuma karışmıştır göz y'aşları
varsın olsun...
sen gülümse ben hissederim!


Ne kadardır var bu yalnızlık hissi bilmiyorum. Bildiğim tek şey sözlerde kaybolmuş olduğumdur. Globalleşen dünyada, cool’ laşan duygularımın erittiği bir yok oluşun içinde dönüp duruyorum. Herkes kendi arayışlarının peşinde koşar. Ben artık o arayışların içinde sanki kayboldum. Gülümsemeyi unuttum. En son ne zaman uzaklara gidip öylece kendimi düşündüm anımsamıyorum. Sessizliklerde kaybolmayalı ne kadar oldu hatırlamıyorum. Sanırım dünya insanı oluyorum kendimden uzaklaşarak. Bu kadar çok alternatif içinde tek tip, bu kadar güçlüyken hep savunma halinde, bu kadar kalabalık içindeyken hep yalnız. " Bu ne yaman çelişki anne " diye haykıran şarkının sözünü anımsadım.

Kendi sessizliğim öylesine ağır ki sadece durup bekliyorum. Bu bekleyişin ardından ne geleceğini az çok kestirebiliyorum. Bu hal ne kadar sürüp gidecek bilmeden, bekliyorum. Beklemek bazen o kadar yoruyor ki nerede olduğumu, ne yaptığımı bile unutuyorum. Öyle bir kaplıyor ki bu bekleyiş hissi içimi hiçbir şey yapamıyorum. Bir annenin bebeğini beklemesi gibi bekliyorum. Süre dolsa da ortaya ne çıkacaksa çıksın diye bekliyorum. Tıpkı bir bebeği beklemeye benzediğine göre, açıkça bir meydan okuyuş içinde bulunduğum durum. Neden mi? Ortaya bir Frankenstein de çıkabilir, bir Pamuk Prenses de. Hiçbir şey çıkmaya da bilir. Bebek hiç doğmayabilir. Beklediğimle kalabilirim. Beklemeyi beklemeyebilirim.

Bekleyişleri sonlandıran devinimlerdir. Filmin bitimini bize ne fısıldar: SON yazısı mı? Bekleyişleri ne sona erdirir? İç sıkıntıları mı? Benimkisi artık iç döküntüsüne döndü. Döküntülerim bir damla gözyaşı, serzenişte bulunmak olmadı sessizce duruma haykırmak şeklinde görülüyor. Bu döküntüleri dökemediğimde tüm bekleyişlerimi içime akıtıyorum. İçime içime püsküren bir yanardağ gibiyim. Gözyaşlarımı içime akıtıyorum!

Geldiğim son nokta şudur ki: İçimden ağlamayı öğrendim. Sessizliğin sesiyle barıştım. Her şeyi beklemeye aldım. Bu bekleyiş bana en çok beklentilerimden arınmayı öğretti. Beklentisiz hayat, sorunsuz soluk demek. Geçmiş ve gelecek prangalarından kurtulup şimdiyi derin bir nefes yapıp içine çekmek demek.

Ama bazen içim taşıyor. İçime akıttığım gözyaşlarımı bedenim taşıyamıyor. Taşırıyor! Silenim yok yaşlarımı. Sarılacağım bir omuz yok. Mendilim yok. Çorak yanaklarım bir çırpıda emiyor yaşları. Yanağımın bir sileceğe ihtiyacı yok. Gözyaşlarım akıp gidiyor.

Bir şarkı düşüyor dilime işte o zamanlar. " O mahur beste çalar, müjganla ve ben ağlaşırız " Ya müjgan! Sen gözümü çevreleyen kale kirpiklerim, müjganlarım! Şu Atilla İlhan ne müthiş bi adam. Bir kirpik ancak bu kadar giz dolu anlatılabilirdi. Bir bekleyiş anca bir gizle bozulabilirdi. An gelir Atilla İlhan ölür, kim bilebilirdi..






NİDA!

Elimde tuttuğum bir avuç toprağa bakıyorum
Her tanenin bir insan olduğunu düşünerek
Birleşen kum taneciklerinin yüreğini hayal ediyorum
Bir topraktan fışkıran
Aynı rüzgarın üşüttüğü canlar değil miyiz diye soruyorum?

Buğday tarlaları
Günebakanlar
Gelincikler
Başı dumanlı ağaçlar
Tüm canların kaderi sen misin toprak?
İnsanlığım acıyor
Susuyorum

NİDA!
Bugün gökyüzü mavi
Güneş göz kırpıyor bulutların ardından
Sen bunları görmedin
Dilerim daha iyi bir yerdesin
Sesin yankılansın yüreklerde!

Adına yaşam dediğimiz
Kevgire dönmüş insanlık elbisemi soyundum bugün
Yaralı, kimsesiz değildir bedenim
Asıl üryan ve sahipsiz kalan: ÖZGÜRLÜĞÜM!







Babam'a

Türküleri dinleyince şairliğimden utanıyorum.



BABA'M! SENİ ÇOK SEVİYORUM...
Nice zamanları paylaşmak umuduyla!

Zeytin, Turşu, Acı Söz

Küçük bir gülümseme gibi şehrime yayıldı rüzgar. Ilık bir rüzgar! Serin bir el sıcacık yüreğime dokundu sanki. Saçlarım coştu yüreğimce. Tel tel savruldu zülüfler. Biri sanki kulağıma bir söz fısıldadı. Ruhumda meltem etkisi... O fısıltıyla içim temizlendi.
Ama o sesin sahibi kim bilmiyorum. Onun söylediklerini içimden tekrarlıyorum. Unutmak istemiyorum çünkü bu sözü. Ilık, yumuşak, umut dolu bir söz bu. İçi gökyüzü dolu. Beni heyecanlandırıyor. Bir düş gördüm sanki. Düşümden düşmek istemiyorum. Mırıldanıp duruyorum! Kim fısıldıyor kulağıma bu sözleri...

Güneşe bakıyorum. "Ben söylemedim bana bakma" diyor.
Rüzgara dönüyorum. "Ben sadece sesi getirdim" diyor.
Toprak! diye sesleniyorum. "Ben içimde bir şey saklayamam, bir çiçekle hemen taşarım" diyor.
İçimi ferahlatan o sözün sahibi arıyorum. İşte o anda unutuyorum. Ben içimden neyi tekrarlıyordum? Bilmiyorum.

Hmmm! Söyleyecek birini buluncaya kadar bu sırla yaşayacaktım ben. Söz uçtu gitti. Rüzgar yüreğimi gıdıklıyor. Ben sana yeni sözler getiririm diyor. Asma yüzünü. Daha çok gıdıkla beni rüzgar. Boynumu öp. Yüreğimi öp. Kulağımı öp. Şımart beni. Ben de şehrim gibi gülümsüyorum şimdi. Sessiz sessiz güümsüyorum. Gülücükle susuyorum. Ben sustukça güneş içimi kavuruyor. Bozkırın toprağına dönüyorum.

Susuyorum! Bir avuç dolusu su verecek yok mu? Bir avuç! Kendi avucuma bakıyorum. Daha çok susuyorum. Sustukça susuyorum.


Siz en çok ne yerseniz susarsınız? Zeytin? Turşu? Acı söz? Duyamadım. Susamaz mısınız? Ben çok susadım. Bir avuç su istiyorum. Bir avuç..

Annem bana hamileyken hep zeytin aşermiş. Hatta bir gün Dayı’mların mutfağından zeytin aşırırken yakalanıyormuş ki bacağını kaşır gibi yapmış. Benim sol bacağımın arkasında üç zeytin lekesi vardır. Annem hep iyi ki yüzüme saklamamışım der. Güleriz. Zeytin yüzlü kız olurdum:) Eşek zeytini gözlerim var ama:)

Turşu! Turşu susatır mı? Olsun iki avuç su içerim bende. Nasıl istiyor canım turşu. Domates, salatalık, fasülye, lahana.. Turşu! Turşu suyu içerlerimin yangınını geçirir mi?

Acı söz, kalsın! O içimi kurutuyor. Acı söz yiyince dilimi, hiçbir su kuruyan içimi kandırmıyor!

Haziran bugün nazlı bir kız bugün benim şehrimde. Arada bir arkasını dönüyor ve gülümsüyor. Sonra usulca gidiyor. Sanki şarkısını arıyor. Ona söz söyleyen o sesin peşinden gidiyor. Bir avuç su bekliyor. Uzanan bir el arıyor. Haziran'ın elini kim tutacak?

Şeytan aldı götürdü. Satamadan getirdi. Sahi kulağıma kaçan o söz neydi? Beni mutlu eden şeyi söyleyen kimdi? Zeytin mi? Turşu mu? Acı söz mü? Kim!

Sahi biri bir şey mi söyledi?
Duymadım..
Bir şey mi dediniz?








Lionel Richie - Say You Say Me
Yükleyen djoik

göz pınarında kesi

gözlerimde poyraz vurgunu
oysa ateş böceği dansıydı mutluluğumuz
gülücükler çınlatırken geceyi
nazar mı oldu ne?
oysa çok değildi
yeterince haylazdı ruhumuz

düştük!

göz pınarında bir kesi
o anda gördüm
yüreğimdeki kaygının rengini
kan topladım yüzünden
yakardım avaz avaz
benden benler gitti
yıl yıl
ömür ömür
varsın olsun

yeter ki
sana bir şey olmasın..................


* Olmadık kazalar, olmadık anlarda başımıza gelebilir. Kendimi serin kanlı bilirdim. Değilmişim!

Dün gece...


Akşamın en güzel saatleri; çünkü oyun oynuyoruz. Hayat senaryosu birden değişiyor. Yastıklardan ev yapıp, kağıttan gemilerimizi yüzdürüyoruz renkli halı okyanusunda. Evin balkonundan ip sallandırıp, alt komşunun ipe bir armağan bağlayacağını hayal ediyoruz. Bir yıldız yakalama ağı icat ettik. Onu gökyüzüne sallıyoruz. Daha hiç yıldız tutamadık. Olsun bir gün kuyruğundan bir yıldızı tutacağız. Onunla Ay'a çıkacağız. Umudumuz var!


İşte böyle gecelerden biriydi dün. Sıkıldık. Ruhumuzda esen meltem, şiddetlendi poyrazın coşkusuna dönüştü. Tom ve Jerry gibi kovalamaca oynarken Ilgaz düştü. Kalkmaya çalışırken başını sehpaya çarptı ve sehpanın sivri yanı gözüne girdi. O anda herşey anlamını yitirdi. Aklımdan geçenleri yazmayacağım. Çünkü dipsiz kuyuymuş korkularım. Kim daha çok ağladı bilemedim. Tek bildiğim! ILGAZ hayatımdaki en güzel şey. Şimdi iyi! Telefonla konuştuk ben işe geldikten sonra bilmem kaç kez. "Gözüm şiş kırpınca acıyor" dedi. Sonra da ekledi "Halacım! hala en sevdiğim oyun arkadaşım sensin." Telefonu kapattık.


Buğulu gözlerle başımı cama yasladım ve mırıldandım.

Sen de benim en iyi hayat arkadaşımsın. Seni çok seviyorum oğlum.




Scorpions - Send Me An Angel
Yükleyen Scorpions - See the latest featured music videos.

BİR EL RÜYALARIMI KARALIYOR

Bir kaç gecedir bir el karalıyor rüyalarımı. Benim ruhumdan, kendi dünyasına ulaşmaya çalışıyor. Bedenimi, kendine ulaşmak için bir köprü olarak kullanıyor. Aramızdaki bağı sağlamlaştırmak için öyle nazik ve dostça davranıyor ki. Çırpındıkça çırpınıyor benimle iletişim kurmak için. Ben onu dünyamda istemiyorum. O bana el! Ben ona el bile değilim. Aslında o da beni istemiyor. Rüyalarımı istiyor. Benim rüyamı, kendi kaybettiği dünyası sanıyor. Oysa herkes kendi rüyasının uyuyanı. Bunu bilmiyor. Bilmesinde. Çünkü, sevgilisi ömrü başkalarının dünyasını yaşayarak tüketmiş. Bir fark etse bunu yerle yeksan olacak. Bana ne! diyemiyorum. Çünkü yoruldum başkalarının yıkıntılarını toplamaktan. Oyalasın ruhunu benimle. Bu ona yaptığım en büyük kötülük biliyorum. Kendine gelememiş insan nasıl ölür diye düşünüyorum. Ölemez ki. Onca tamamlanmamış işin içinde sıra ölüme gelemez. Huzursuz bir yaşamdan çıkan, aslına nasıl geri döner?


Benim rüyalarımı karalıyor. Ben onun hiç yaşamın için bir parçası olmak istemiyorum. Sessizliğimden bunu anlamasını bekliyorum. Nafile bir çaba bu. Biliyorum. Çünkü karşımdaki kişi sınır tanımadığında kendilini yaşayabiliyor. Oysa, ben varlığımı ve sınırlarımı biliyorum. Gerçeği kırılmış birinin, rüyalarını karalıyor. Karalasın bakalım… Bu ona teslimiyet değil. Hayırın ve şerin nereden geldiği belli. Varsın o beni caydırdığını, sindirdiğini, yok ettiğini sansın. Ben, kendimden korkarım. Kendime, kendi yapacaklarımdan ürkerim. Üzerimde tennure ile dolaşırım, aslıma varan yolda.. Zihni fahişe etmiş bedenlerin içinde durmaya çalışırım sözden uzak, bir başıma.

Öylesine hoyrat ki bu el. Canımı yakıyor. Ben "yandım" dedikçe, o bundan zevk alıyor. Acılardan beslenince kendini vaz geçilmez sanıyor. Oysa elden de, karadan da yar olmayacağını herkes biliyor. Bir o kendini vazgeçilmez sanıyor. Karaladıkça karalanıyor aslında. Kör!

Önceleri görmezden geldim. Eldir, dedim. Önemsemedim. Kendiliğinden gider sandım. Ama bu öyle kara ki, öyle kararlı ki. El gibi süzülüp sınırlarımdan, eğrelti otu gibi sarmaya başladı bedenimi. Alışkın buna. Hiç sesimi çıkartmadım. Çünkü ben de alışkındım buna. Gel dedim usulca. Sen de gel….

Öyle hırs, öyle öfke dolu ki. Elinden oyuncağı alınmış çocuk gibi girdi rüyama. Benden ne koparsa kar sayıyor. Karaladıkça karalıyor rüyamı. Oysa ben gerçekleri kırdım, rüyaların kırılması beni acıtmıyor. Gerçekleri yapıştırsa, karşıma koysa belki canım daha çok yanacak ama bunu bile göremiyor, öylesine kendisiyle meşgul ki. Karaladıkça benim rüyamı, kendi dünyası aydınlanacak sanıyor. Oysa karaladığı rüyayı kendisinin sandığı için iki kere kırılıyor.

Dün gece yine geldi rüyama o siyah el. O karanlığın canıma geçişini izledim bütün gece. Bir köpek usulca yanıma sokuldu. Bana saldıracağını biliyorum. Ama öylece durup bekliyorum. Saldırdıkça rahatlamıyor, aksine her seferinde daha güçlenip pençelerini ciğerlerime saplıyor. Hiç yüzüne bakmıyorum. Medusa gidi çünkü. Kendini öyle güzel ve dayanılmaz buluyor ki. Gözlerine baksam beni taşa çevirecek. Onun kölesi olmayacağım. Şaşmış aklın kölesi olup, onun gibi zehir kusmayacağım. Sevgilim uykudan ayrı düşürecek beni. Uykusuz geçen gecelerin hesabını sabahlara keseceğim. Hayatımı tek bir renge indirmeye çalışıyor. Beyazın yalınlığında boğmak istiyor beni. Oysa ben beyazın kendisiyim bilmiyor. Işığa uçan pervaneler gibi bana gelişi bundan sezemiyor. Başkalarının renkleriyle can bulan biri, kendine nasıl bakabilir ki? İşte bu nedenle rüyalarımı karalıyor. Oysa gerçek olmadan, rüya olmuyor. Rüyalardan düşünce, gerçeğe toslamam ki ben. Gerçek olmalı ki, yaşamak için umut edeyim. Umudun somutlaştırılmasıdır rüyalar. Ben rüyalardan gerçek yapmadım, gerçeklerden rüya yaptım.

Köpek onlarca hamle yapıyor. Yaraladıkça yaralıyor beni. Ses etmiyorum. İçime ağlıyorum. İçe akıyorum. Bir rüzgar esintisine tutunmuş yolumu buluyorum. Isırmalarla başaçıkabiliyorum çünkü acının ne lduğunu iyi biliyorum. Ama ulumalar! Ruhumu sağır eden o olumalar yok mu? Sırf bu sesten arınmak için kendimi kapatıyorum. Daracık, ıssız, ışıksız bir yer burası. Tek kişilik bir dünya. Ama köpek öyle kararlı ki ne yapıp edip içeri giriyor. Sadece dişlerini görüyorum. Bıçak gibi keskin, sadece bana bilenmiş. Zehir dolu yüreğini bana akıtmak için bilenmiş dişleriyle ancak arkadan saldırabiliyor. Yüzüme duramaz çünkü. Hiç boğuşmuyoruz. Ben ona hiç direnmiyorum. Gücüm olmadığı için değil. Sadece bu işin sonunu görmek istiyorum artık. Onun köpek dişlerini, güzel boynumda sergiliyorum. Onun koca vücudunun ağırlığını ise sırtımda taşıyorum. Öylesine meşgul ki beni parçalamakla ne yaptığının, kendisine ne olduğunun farkında değil. Sadık yar kaftanı giydirilmiştir ya köpeklere. İşte o da sadakatinden beni parçalamakta. Kendisine öğretilmiş çaresizliği o böyle yaşamakta. Ben direnmedikçe o kendini daha bir haklı görüyor. Canımı alıyor kendince… Bende belki onu böyle manipüle ediyorum. Onu aslında kendime hapsederek körleştiriyorum. Benim ne yaptığımı izlemekten önünü göremez hale geliyor. Sonunda evcilleşiyor. Tutsak oluyor.






Böyle uyandım. Yaralı.......


Çok köpeği sırtımda taşıyorum. Ama ilk defa biri ardımdan saldırıyor. Evet ilk defa ardımdan saldırılıyor. Ben ses bile etmiyorum. Bunu ancak, dönüşlerde rastlanabilecek bir sessizlik içinde karşılıyorum. Sadece çıkmazların dönüşlerinde görülebilecek bir vurdumduymazlık içindeyim. Bu sessizlik sadece köpekleri değil, çakalları da çekiyor.

ama ben öyle güçlüğüm ki….
ya da öyle vurdum duymaz…..
ya da daha fazla ne olabilirkileri birleştirdiğimden duyarsızlaşmışım.

Gözlerimin rengi değişiyor artık. Ağlıyorum! En keyiflisi de insanın kendisi için ağlaması. Başka bahanelerin ardına sığınmadan. Kendimi yitirmekten çok korkuyorum. Kendi kurduğum Kale’ lerim bir bir dikiliyor karşıma. Nereye gitsem, ne yapsam hep o kalelere tosluyorum. Kendime uzaktan göz ucuyla dokunuyorum. Sadece yokluyorum. Keşke söz edilecek bir olay olsa. Üstüne gidersin hesabı kesersin ve biter. Ama öyle anlatılacak somut bir olay da yok.

Öylece gün dolduruyorum. Bekliyorum!




Trago Fado Nos Sentidos (Live)
Yükleyen Cristina_Branco - Music videos, artist interviews, concerts and more.

Hüzün



Bilirim!
Dudaklarımızdan dökülenler eksik
Güve yemiş sanki sesimizi
Bize, hep bi kalmış
Azalmış sevda sözleri
Usul usul kısılmış sesimiz

Dalgalı denizlerin kaptanıdır yürek
Gemisini terk etmez
Soluk soluk yaşar günleri
Bekleyişlerden biz yapar
Sessizlikleri biriktirir

Yazar……………………………………

Belki yankı bulur kan kaybeden umudumuz diye!



Fotoğraf: Özgür Çakır

ADAM ÇIPLAK KALINCA


Sonra......................................


Korktum! İlk kez korktum. Kendimi gördüm! Soyun diye haykırdığım her an kendimle karşı karşıya kaldım. Seni aslına döndürmeye kalkarken kendimle yüzleştim.. Korkum daha da arttı. Korkum artınca öfkemde arttı. Çünkü korkularımın altında öfkelerim; öfkelerimin altında korkularım vardı. Avaz avaz bağırırken, odayı kaplayan sessim en zayıf olan yerimi gözüme gözüme sokmaktaydı: Ben!

Sana ne yaptığımı fark ettim. Seni çırılçıplak görebilmek adına sana ne yapıyorum ben. Seni çıplak düşünmek artık yetmiyor. Sırf bu nedenle peşine düştüm ben. Seni soymak için! Çırılçıplak bırakmak için. Karşıdan sana bakmak için. Uzun uzun. Bir ben. Sadece ben. Yalnızca sana bakmak için. Neden bu kadar çabalıyordum ki ben. Sana ayna olacak başka bedenler yok muydu? Sen kendini görünce ne olacaktı? Kendini bilince, beni de bilecek miydin? Evet. Bana gelen yol senden geçtiği için, önce kendine gelmen gerekiyordu.

Söylemiştim ben sana insan kendine en uzak canlı diye. Hangi coğrafyaya gidersen git, ne kadar uzağa gidersen git onu bulamazsın. Kokunu tarif et bana. Sesini anlat. Dokunuşunu betimle. Sadece hissettiklerini yazıya dökebilirsin, resmedebilirsin belki bir müzik yaşadıkların. Ama kendindeki seni, başkasındaki seni ancak " öteki " den öğrenebilirsin. Adına hoşlanma, aşk, sevgi, sevişme, seks vs, vs, vs, ne dersen de… Ötekinin sana hissettirdiği kadarsın! İtirazım buna. Sen insansın. Aynan kim senin? Ötekinden öte aynan kim? Söyletme artık beni. Kendini algıladığın, hissettiğin, yaşadığın kadarsın. Ateşkes günlerindeyiz şimdi bağırmıyorum. Fısıldıyorum kulağına. Aynanı bul geç karşısına sor:
Ayna ayna söyle bana ötekinden öte bana beni anlatacak var mı dünyada...

Cevabı buldun mu?

Sen insansın. Adamsın! Baktıkça bakası gelir insanın sana. Sevap kazanmak için değil doymadığından. Gözlerin başkadır senin. Bakışındaki nazenin duruştan öte bir şey bu. Yıllar geçse de gözlerin yaşlanmaz. Hep aynı çocuktur. O bildik, tanıdık çocuk. Yarı Akdeniz, yarı Beyrut’tur gözlerin. Çocukluğumun en güzel yazları gibi gözlerin. Yeniden Beyrut’ta çekirge avı çıkmış gibiyim. Gözlerinle her buluştuğunda gözlerim, bombalar patlar yüreğimde; taş üzerinde taş kalmaz bende. Şiddetle saldırır gözlerin dayanamaz bende ki kendisine. Gözünden damlayan yaş gibiyim değil mi? İşte bu nedenle içinden ağlamayı öğrendin sen. Sendeki beni düşürmemek için.

Herkes sana hayranken ne kadar az kendinin farkındasın. Yanında ne söylenir, söylenmez herkes bilir. Sana nasıl bakılır, nasıl hitap edilir. En fazla yanında ne kadar kalınır. Hangi konular konuşulur. Şiirler fahişe edilir ağızlara, şarkılar zenne. Bedenler zaten oyuncak. Herkes mahallenin itilen, kakılan çocuğu yanında. Biraz daha senden alabilmek için tüm sermayeleri ortada. Daha çok sev onları. Biraz daha! Oyun saati bitince kendinden oyuncaklar bırakarak git. Kokun oyalasın onlarını, sözlerinle dans etsinler.
Ama sakın hayalini bırakma. Sakın! İnsana yapacağın en büyük kötülük bu. Mitleşen sevgiliyle yaşamak diri diri toprağın koynunda nefes almak gibidir.

An gelir her şey bi anda biter. Bedenin dar gelir insan yükü çekmeye. Gitmeye yeltenirsin. Uzaktan bakarım ben. Kızarsın bana. Sadece bakarken bile kızarsın. Çünkü sessizliğim, sonra uzaklara gidişim haykırır sana:
SEN KİMSİN?

Senin vurguladığın özel yanların dışındaki kimse seni bilmiyor Gerçekte seni kimse bilmiyor. Sen sadece aşkı kendine kalkan yapmış bi adam mısın? Aykırı insan duruşları bir oyun mu? Var oluş şemsiyesi altında ıslak kedi duruşları palavra. Yaşama ait tüm aldanışlar ve aldatılmışlıklar sende. Ey insan yalancı bahar gibisin. Bu kadar korkak, kendine güvensiz ve savunmasız olmak insanı böyle güçlü kılabilir mi? Bu nedenledir ki ne zor şartların adamı olduğunu vurgular ve insanların saygısını kazanırsın. Kaçmak gerçekten "erk " eklik mi? Gizem "erk " eklik mi? Sen çoktan soyunmuşsun! Ben giyinik kalmışım yanında.. Doğru! Görmeyen göze bir şey gösterilir mi?

Karanlık! Zifiri karanlık!

Artık konuşabilirsin. Bazı şeyler sadece geceleri söylenirdi değil mi? Bazı şeylerse bi ömür boyu zihinde misafir edilirdi; gecenin kuytusunda bile söylenmezdi. Sevişme anında, en savunmasız zamanda bile sözlerin ardına gizlenenler konuşsun şimdi. Sen giyin! Zaten çıplak mısın? Elinde Alaaddin’in Cini dile bakalım ne dilersen. Sana nasıl bir elbise getirsin şimdi.

Giyin!


Fotoğraf: Özgür Çakır

Karneyi kime verelim?

Bugün okullar tatil oluyor. Çocuklar karne alacak. Karnelerde yazılan notları sadece çocuklar mı alacak: HAYIR!

İçi kötü notlarla dolu olan bir karneyi sadece çocuklara vermenin büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. Bu karne üzerinde nemalananların notlarını da ben veriyorum...

Eğitim Bakanlığı: SIFIR!

Hiç karnede sıfır olur mu demeyin!? OLUR..

Neden mi?

Memleketimde eğitim birliğini yok edenlere SIFIR! Kaç çeşit okul olduğunu artık ben saymaktan usandım. Son durum nedir bilmiyorum.

Müfredatı, eğitim sistemini her yıl "kafasına" göre biçimlendirenlere SIFIR!

Okulları arka bahçeleri gibi kullanan, her türlü politik düşünceye SIFIR!

Dikkat dağınıklığı hiperaktivite bozukluğu, öğrenme zorluğu gibi hastalıkları olan çocukları sistem dışına itmeye çalışan, bu öğrencileri mağdur edenlere SIFIR!

Devlet desteğinden en çok yararlanması gereken zeka bölümü 70-85 arasında arasında olan çocukları özel eğitim sistemi dışına itenlere SIFIR!

Özel eğitim sistemini istismar edenlere SIFIR!

Öğrencileri yapay bir rekabet sistemi içine sokup, sadece sınav odaklı çalışmaya yönlendiren, hayatı a,b,c,d,e şıkkından ibaret sanan bir nesil yetiştirme çabasında olanlara SIFIR!

SBS bir daha tekrarı olmayacak bir sınavla çocukların geleceklerini belirlemeyi akıl edip, bir de bunu ergenlik gibi bireysel keşiflerin en üst düzeyde olduğu en sancılı döneme özellikle denk getirenlere SIFIR!

ÖSS’yi unuttum sanmayın. Yaşam denen yolu sadece bir mesleğin ardına saklayanlara, hayatı bu kadar indirgemeci yaşatanlara SIFIR! Artık bir karar verin, kaç kapılıdır bu kader yarışı.

En az dört yıl boyunca üniversite eğitimi alıp, ardından KPSS ile öğretmen olabileceklerini onaylatan ama kadrosuzluk yüzünden bekletilen, sonrada emekleri hiç edilip sözleşmeli olarak çalıştırılan, aldığınız maaş çoktur diye horlanan öğretmenlerime verecek notum yok.

Ama bazılarına var. Sadece soğukta üşümemek, uzaktaki okullarına gitmek için vasıta isteyen kız öğrencilere lise zorunlu değildir, isteyen gelmesin kocaya varın diyen sözde öğretmenlere SIFIR!

İnsana vurulan yerde gül bittiğini düşünen, bir çocuğa el kaldırabilecek yüreğe sahip olan sözde öğretmene SIFIR!

Yıl boyunca çocuğunun ne yaptığıyla yakından ilgilenmeyen, kendi hayat gailesi içinde gün dolduran, akşamları dizilere boğulmuş, gündüzleri bedeni kendine ağır gelen velilere SIFIR!

Karnesindeki notları yüzünden korkup eve gelemeyen, canına kast eden çocuklar yetiştiren anne-babalara SIFIR!

Çocuklarımızı uyuşturucunun kollarına atan ilgisizliğimize SIFIR!

Zihinleri pop kültürüne boğan bazı medya kuruluşlarına SIFIR!

Korkmayın çocuklar size verilecek SIFIR kalmadı..

Kır ve dağ çiçekleri çocuklar,
Size büyünce ne oluyor bilmiyorum. Küçükken melek, büyünce insan olan çocuklar! Okul sığınılacak en güvenli yerdir. İçinde kitapların olduğu bir yer zaten kutsaldır onu örtmeye gerek yoktur. İçinde ilim yapılan yerden zarar gelmez. İçinde ilkleri yaşadığımız yer asla unutulmaz. Bu nedenle Habababam sınıfları ölmez, kadroları kim oluşturursa oluştursun. Karne notları gelecek değildir. Sadece bir değerlendirmedir. Değerlendirmeler değişebilir. Önemli olan insanın kendisine verdiği nottur. İç ödüllendirmedir insanı birey yapan ve ayakta tutan.

Umut dolu, gülümsemesi yüzünden eksik olmayan ve büyüdükçe hayalleri küçülmeyen çocuklar yetiştirebilmek umuduyla...


Amor Platonicus



kız!
sana söylüyorum
bir kez dön
bak bana

ne olur sanki!

göz ucuyla dahi olsa da bir kez bak.
burada olduğumu bildiğini
hissettir şu mecnuna
ne olur sanki
o mübarek başını bana doğru döndürsen!

ölür müsün?

kipriklerinin ucuna kadar geldim
durdum.
daha ilerisi uçurum
bilirim!
ama yine de söz geçiremem
içimdeki sana kavuşma arzusuna

neden mi?
senli sensizliklerden daha derin dehliz yok!


bunu bilmez misin?

sessizliğinin çığlığı kucakladıkça beni
yüreğime gem vuruyor
ruhuma nal çakıyorum
adına aşk dediğim mıhla

seni kendime hapsediyorum.

az daha cesaretlendiğimde
karşına dikileceğim
gözlerinin içine bakacağım
o gözler ki
bana hangi dünyaların kapısını açacak
kim bilir?

şimdi bakmıyorum
ürksün istemiyorum içimdeki sen

içimden sahipleniyorum seni
umrumda olmadan
sahici dünyadaki sen
aşk da zaten böyle değil mi?

kendin çal, kendin oyna!



Fotoğraf: Özgür Çakır




Me muero de amor
Yükleyen hadar

Dünyayı Döndürüyorum *Bir Fotoğraf Şerhidir*



Pencereye burnumu dayamış dünyayı döndürüyorum usulca
Bu nasıl keyifli bir oyun bilemezsiniz
Güneş, bulut, kuş yan yana
Bir peri, belki cadı süpürgesi koynumda
Uçtukça uçuyorum
Kendi dünyamı döndürüyorum usulca..

Rüzgâr da var
Kar, yağmur, dolu da
Her mevsim de döner bu dünya
Hep bir ritimde değil ama

Dönüş hızını ben ayarlıyorum
Belki de öyle olduğunu sanıyorum
Tüm değişkenleri kontrol etsem de
Benim de bilmediğim değişkenler olabileceğini biliyorum!
Bildiklerimi, bilmediklerimle sözlüyorum
Ortaya çıkan aşkla kendimi tümlüyorum
Dünyamı döndürüyorum

Yalan değil!
Dünyamı döndürüyorum
Bazen başımı döndürüyorum
Bazen hayatı tek soluk vitesine alıyorum
Yok, kaderle inatlaşmıyorum
Kaderi yeni baştan yazmıyorum
Ona hükmetmiyorum
Ben ne olduğumu biliyorum
Ben nerede durduğumu biliyorum
Kaderin rotası belli
Ben sadece dünyamı döndürüyorum..

Akıllıların dünyasının delisiyim
Deliler dünyasında akıllı olacak halim yok ya
Sadece kendi etrafımda dönüyorum
Kimseyi kendime uydu yapmıyorum
Kimsenin de uydusu olmuyorum
Uzaklarda tek başıma da gezmiyorum
Kendime geldiğimden beri
Herkese bir mesafede duruyorum
İnsanlar ancak ben onlara izin verdiğim kadar bana yaklaşabiliyorlar
Kimseyi üzerime giymiyorum
Kendimi de kimseye yüklemiyorum
Kimseyi kendimden öte sahiplenmiyorum
Kendi dünyamda kendimi döndürüyorum
Bir kendimi biliyorum
Kendimi bilince ötekini biliyorum!

Tahtımı annem ve babam yaptı
Bahtım kaderde yazılı
Taht ve baht kavgasında ben yokum
Ben takvimlerle yaşamıyorum
Dünyayı döndürüşümü saate bağlamıyorum
Gündüzü ve geceyi kovalamıyorum
Ben sadece kendi dünyamı döndürüyorum
Bazen tek tek basıyorum
Bazen sek sek oynuyorum
Bazen hayatı tek geçiyorum
Bazen sek
Sadece kendi dünyamda dönüyorum...

Sahi siz dünyayı döndürdünüz mü hiç parmağınızda
Fırıl fırıl ya da usulca?

Oyaladığımın dünyası
Ritmini kaçırmış metronum gibi
İnce bir sitem içindeyim
Nedenini bilmezden gelmekteyim
Kadere bile müdahale eden insanoğlu!
Dokunma göz yaşlarına
İçine içine akınca yaşlar
Çorak kalır yanaklar
Eğimine yandığımın dünyası o zaman vurur insanı
Döner döner bir daha vurur insanı
O zaman bilemezsin
Dönen ne
Döndüren kim!




Fotoğraf: Özgür Çakır




Mazzy Star - Fade Into You
Yükleyen exhibicion

IŞIK *bir fotoğraf şerhidir*



Hanene Ay doğacak demişti yaşlı kadın
Sanki yüzüme değil, kaderime bakar gibi
Işık yansıyacak yüzüne
Önce nefes alacaksın
Gittiğin yoldan dönecek
Kendine geleceksin
Gülümseyeceksin!
Bu hissedilecek
Kendini bileceksin.

Yüreğim nasılda çarpmıştı o zaman.

Işık Sen'din!
Yüreğime doğacaktın.
Özlediğim huzur seninle bana gelecekti
Bizde kendimi görecektim

İçim ürperdi birden
Ruhu huşu nerelerde kaplar dersin
Mezarlıklara mı gitmek gerek dünya ile yüzleşmek için?
Sonludur hayat bilesin
Geç kalma artık yüreğime doğmak için!
Belki de doğdun yüreğime
Ben farkında değilim.
Somuta alışmış zihnim
Seni bulmaya gelir.
Bulurum de'mi Seni?
Bulurum!

Sana gelince ben
Elimi uzatsam tutar mısın?
Sesime yankı olur musun?
Tenime serinlik,
Gözüme ışık...
Işık!

Çok bekledim
Kendime gelmek için seni
Ardını dönme bana sakın
Yeter de gayri
"Eğri odunluğun yeter! Kabulümsün" de.
Artık dokun ruhuma
Sahiden dokun bana


Fotoğraf: Özgür Çakır



Eric Clapton Tears in heaven
Yükleyen bebepanda - Music videos, artist interviews, concerts and more.

Son yazımı yorumlayanlara: Düşlerinizi Boyadım!

Sözün bittiği yerde, düşler girer devreye. Sessizliğin sesi olur birden düşler. Sesin güzelliği, görülen düşe pembe olarak yansır. Uykuda sesin rengi yankılanır. Görülür pembe düşler.

Anlamları bizim yüklediğimiz bu dünyada her şeyin bir rengi yok mu? Alış-verişe gittiğinizde neden hep aynı renkte kıyafetler alıyorsunuz? Satanistler neden siyah giyiyorlar sizce? Bencilliğin ve kapalılığın simgesi belki de. Yaz gelince güneşi tenimizde daha çok yaşamak için açık renklere koşuyoruz. Anlamları renklere yüklüyoruz. Hayatı renk renk yaşıyoruz.

Sahi ne renk geldiniz siz bu satırlara? Ön yargılarınızdan arındınız mı? KızıL bir öfkeyle mi geldiniz, Mavİ bir dinginlikle mi? Düşüncenizin rengini bilin ki, sizin bu satırlara bıraktığınız renkleri de ben bileyim.

Düşlerin rengi, sessizliğin sesi olmaya ne zaman soyunur?
İnsanın çoğu zaman kendinden bile gizlediği, belki hiçbir zaman dillendiremeyeceği gizleri vardır. Kendimizden kaçırarak, değerinden eksiğine bozdurmamak için sakladığımız düşler sessizlik zamanlarında ortaya çıkar. Pembe düşlerin kahramanları hep sevgilidir. Düşünce zihne pembe sevgili, bir düşe yatmak ister insan. Sabah olup uyanınca uyusam ve aynı düşü görsem ister yeniden.

Zaman değişti.
Bir nehirde iki kere yıkanılır mı ki?

Renkleri ben değişimlemedim. Ben siyah ve beyaz arasında gidip gelmedim. "Görmeyen göz ne görür ki?" diye kendime seslendim. Gözümü açıp, görmeyi bekledim.

Yaz, diğer mevsimlerden başka. Ötelediğimiz yaşamımızı yüzümüze haykırıyor tüm renkler. Düşlerimizin rengini anımsatıyor yeryüzü. Bir düş gördüm gece. Uyandım aydınlık bir sabaha.

Yaşamak.
Yeniden yaşamak..
Yeni bir güne daha başlamak...

Düşümde bu renkleri gördüm. Bana hayal kurdurtuyorsun diye seslendiğim kuşa, yorumlarıyla umut verenlerin düşlerini boyadım düşümde. Tüm okur ve yorumculara bir armağan vermek istedim! Şimdi fırçayı size veriyorum. Düşlerinizi boyayın. Hayal kurmaya başlayın...





Tori Amos - Sleeps With Butterflies
Yükleyen magik-man2 - Explore more music videos.

Bana Hayal Kurduruyorsun *bir fotoğraf şerhidir*




Bana hayal kurdurtuyorsun!
Bu çok tehlikeli.
İnsan bilmediği şeyleri istemez
Özlemez
Hayal etmez
Bana istemeyi öğretiyorsun.
Eksik kalan yanlarım acıyor.
Acıya isteklerimi basıyorum
İstiyorum!
İstiyorum!
Daha çok istiyorum.
Seninle yaşama doğru yürümek istiyorum.
Soluğumu senin soluğuna ayarlayıp,
Tek bir vücut gibi yaşamak istiyorum.
Artık düş kuruyorum.
Bundan sonrasını sen düşün
Semaya kanat çırparken yanındayım
Kanadında, canındayım
Mavi mavi kucaklaştığın buluta
Damla damla sana yağan yağmura
Ortağım!
Artık hayalin değil, senin hayalini kuranım

Şimdi
Benle ne yapacaksın bakalım.................................



Fotoğraf: Özgür Çakır

Yaprağın Kaderidir Düşmek! * bir fotoğraf şerhidir*



kırgınım!

neye ya da kime kırgın olduğumu bilmiyorum
bir neden arıyorum güne tutunmak için
hiçbir şeye sarılamıyorum
gün ışığı kırbaç gibi geliyor tenime
ışıkta duramıyorum
gün acıtıyor
geceye saklanıyorum
gece acıtıyor
güne kaçıyorum
hiçbir yerde duramıyorum

hiçbir şeyin beni sarmadığını biliyorum
ağlamak istiyorum
bir neden bulamıyorum
yaşlar düşmüyor gözlerimden
bekliyorum

senden düşen yaprakları topladım bugün
senle yaşadığım günler toplandı gözlerimde
beklediğim yağmurdu gözyaşlarım
hayat suya düşen sözler gibiydi
üzerinde yürü bakalım kaderimizin
izler bırak ki seni takip edebileyim
sağa sola, yukarı aşağı bi bedeni arşınlar gibi yürü
kaderin hırkasını soyun
ben giyeyim senden kalanları
tutunacak bir kaderim olsun

ateşe düştüm
kor kor alev ortasına
yandım da ses çıkarmadım
daha çok yandım
bir avuç su yerine, bir avuç kor aldım
sende yandım
tenden cana kandım
can verdim, can aldım

şimdi iki elimin arasında tutarken başımı düşünüyorum
aşkımı imha ederken yalnızlık bombardımanı
yeniden ilk aşk günlerimiz için
kimsenin bilmediği
ancak dönüşlerde rastlanan çıkmazlardayım

neden mi?

mevsim ne olursa olsun
benim kaderim belli
yaprağa başka ne olur ki!
boşuna yorma sen de kendini

bilirim yaprağın kaderdir düşmek..




Fotoğraf: Özgür Çakır

KONUŞAN KELİMELER İŞİTEN YÜREKLER








La Paragas'ın harika hizmeti; ‘Hayırlı Bir İş’ ile başlayan sesli blog yazıları fikri, görme engellilerin de blog dünyasının bir parçası olmasını amaçlıyor…

‘Tüm engelleri aşan bir tam olmalıydık’ ortak fikrinde birleşen bloggerlar;
Buraneros, Uzağa Giden Kadın, Bugünü Yaşama Arzusu, Kırmızı Günlük ve Evrenin Dünyası; fikre logo desteğini esirgemeyen Pinonun Yeri, teknik destek konusunda araştırmacı Erkan Bal ve fikri duyar duymaz sahiplenip, sitelerinde duyuran Kara Kalem, Ateş Böceği, Persona Non Grata, tutsak, delfina, Hayat İzlerim ve Gereksiz Yazar'la giderek çoğalıyor olmanın heyecanı ile bugün sizlere de soruyoruz:

Sizce de harika değil mi?

Ben fikri sevdim diyorsanız…
Fikir sahibinin izni var kulaktan kulağa yayılması konusunda...

Kendi sesinizden ya da sevdiklerinizin sesinden yazılarınızı bloglarınıza ekledikten sonra ‘konuşan kelimeler’ etiketi ile etiketlemeniz, yarınlarda oluşabilecek bir ortak blog platformunda buluşmamızı kolaylaştıracaktır diye düşlüyoruz….

Peki benim blogumda sesli kayıt olduğu nereden bilinecek diyorsanız, logoyu kullanmaya ne dersiniz?

Kararsız kaldım ne olur ki bunun sonu diyenlere, beyaz yavru tavşanın niyet kâğıdını okumaları tavsiye edilir...

Konuşan Kelimeler İşiten Yürekler

Kulaktan kulağa oyununun gönüllü bir oyuncusuyum ben
Benim yüreğimden gelen senin yüreğinden duyulduğu gün
Gönülün gördüğünde buluşup
Bir fincan kahvenin 40 yıl hatırında paylaşıyor olacağız hayatı…



Konuşan kelimelerin işiten yüreklerini çoğaltmak için
Biraz daha beklemek mi yoksa bugün hemen seslenmek mi?

________________________________________________

Erasmus'a Düşen Gölge

"Socrates-Erasmus" olarak da adlandırılan Erasmus programı, Socrates programının altında yer alan sekiz alt programdan biri olup tamamen yükseköğretimle ilgili uygulamalarını kapsamaktadır. Bu alt programın adı 1469-1536 yılları arasında yaşamış ve yaşamı boyunca Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde bulunan üniversitelerde dersler vererek bir bakıma bugünkü Erasmus öğrencilerinin ilki olarak görülen hümanist düşünür Desiderius Erasmus'dan gelmektedir. Erasmus adı aynı zamanda programın resmi adına karşılık gelen şu ifadenin de kısaltmasıdır: European Community Action Scheme for the Mobility of University Students. Programın amacı Avrupa Birliği ülkeleriyle aday ülkelerin yüksek öğretim kurumları arasındaki işbirliğini teşvik edip geliştirerek yükseköğretimde Avrupa boyutunu ön plana çıkarmaktır. Bu amaçla Erasmus programı kapsamında her yıl binlerce öğrenciye ve öğretim görevlisine eğitim ve öğretim faaliyetlerinin bir kısmını yurtdışında geçirme imkanı tanınmakta, bunun yanında ortak araştırma projeleri, yoğun programlar, müfredat geliştirme çalışmaları, ve Avrupa çapında Tematik Ağların finansmanı sağlanmaktadır.

Saat 10.00 sularında hemen her gün bir kahve molası veriyorum. Süte boğulmuş kahve ile bir parça çikolatanın prefontal korteksimdeki dansını bilemezsiniz. Zihnin haritasını çıkartmak en sevdiğim iş olduğundan zihnime dokunan, onu mutlu eden şeyleri de çok seviyorum. Kahve ve çikolataya bayılıyorum. İşte tam kahve keyfimim ortasına Erasmus öğrencileri ve onların ev sahipleri düşüyor. Çocukların gözleri ışıl ışıl! Sabah kahvemde yeni yetmeliği doyasıya yaşayan çocuklar var. Neredeyse onlarda 15 yaş büyüyüm. Değişik ülkelerden gelen gençlerin ruhunda dans eden memleketim havasını koklamak istedim. Kahveme memleketim tat verdi. İşte başladık konuşmaya. Ama konuşmayla birlikte kahvenin tadı değişti. Pakistanlı, Hollandalı, Kosovalı, Macar ve Türk gençlerinin sohbetinde kahvem köpüklendi belki bir 20 dakika. Sonra işime döndüm.

Saat 11.00 suları. Erasmus öğrencilerini evinde konuk eden öğrencilerden birinden bir e-posta geldi. Okudum! Sizlerle paylaşıyorum.. YORUMSUZ!

“Sizinle konuşmayı çok seviyorum. Çünkü dinliyorsunuz. Söylemek istediklerimi yazdım çünkü zamanınız olmadığını biliyorum. Beni duymanızı istedim.

Seksenlerin sonunda doğan çocuklar.. Üniversitelerde temel eğitimin 5 yıldan 8 yıla çıkarılması, Anadolu liseleri ve kolejlerin ortaokul bölümlerinin kapanması, zehir gibi gençlerin lise 1’ den itibaren İngilizce öğrenmeye çalışıp, ilköğretim yıllarının rehavetini üzerlerinden henüz atamadan, bir yarış atı gibi a-b-c-d şıklarından en doğrusunu en kısa sürede bulmaya dönük "eğitim"lerinde taptaze dimağlarını çürüttükleri yıllardan süzülüp gelen, damıtımda birinci kalite gelen çocuklar.. Şimdi bu çocukların bir kısmı Türkiye’nin en iyi üniversitelerinde... Ama ruhları aç...Kültürleri ezber... At yarışı, toto loto, mübarek günler, maç sonuçları, mücahitler, dokunamadıkları, hatta çoğu yerde, çoğu zaman göremedikleri, konuşamadıkları kızlar; kızlar olmadan da yaşamaya çalıştıkları, randevu evleri, rus bebekleri, internetten indirilen bedava porno görüntüleri ile özdeşleştirdikleri cinsellikleri...

Eskiden, Avrupa bize yakindi... Okuyabilene, dinleyene, ortaokulda harıl harıl İngilizce öğrenmeye çalışan bebelere, kitap kurtlarına, modayı takip edenlere, turlarla gezmeye gidenlere... 2001 yılında bir kongreye gittiğimde fark etmiştim bunu. Aslında o kadar çok benziyorduk ki birbirimize, deyimlerimiz, yasama bakışımız, tavırlarımız, şarkılarımız, hayata yüklediğimiz anlamlar... Avrupa’nın herhangi bir şehrinden gelen bir öğrencisi ile saatlerce sohbet edip, benzerliklerin ışığına beraber saygıyla eğilmek çok keyifli ve çok doyurucu bir deneyimdi. Bedenlerin yakınlaşmasından önce zihinler yakınlaşıyor, uçuşan düşünceler arasında bedenlerin bir önemi kalmıyordu. Herkes sevgi doluydu, şehvet ve arzudan eser yoktu.

Eskiden... Şimdilerde, damağımda eski deneyimlerimden kalan lezzetten güç alarak gittiğim bir Erasmus tanışma toplantısında gördüklerim düşündürdü beni... Aslında düşündürmekten öte, dehşete düşürdü beni... Bir nesil böyle çürüdü gitti bu ülkede... Erasmus fonuyla, Avrupa üniversitelerinden öğrenci değişim programıyla ülkemize geleli daha 24 saat olmuş gençler, nefes bile alınmayan, renksiz, kişiliksiz, ışıksız bir mekana adeta istiflenmis, dayatma Amerikan hip hop müzikleri eşliğinde kalça sallayan kızlar, onlara bakanlar ve kalçaların hemen bitişiğine konuşlanmış ağzından salyaları akarak dokunmaya odaklı hareket eden bir takım oğlanlar olarak 3’ e ayrılmışlar, sözde eğleniyorlar...

İçeri girdiği mi gören arkadaşım boynuma sarılıyor; "nerede kaldın!! Hepsi iğrenç, bana dokunmaya çalışıyorlar, kurtar beni..."diyor..Dans pistine benzeyen meydanda duruyorum, birden etrafım sarılıveriyor, Konuşmadan duran oğlanlar, tek bir amaca odaklanmış, ne koparabilirse kar... Türkçe konuşmamla biraz uzaklaşıyorlar, ama yine de gözleri üzerimde, eğer kalça sallamaya baslarsam arkama geçecek, değdirebildikleri kadar değdirecekler...
Tam yanımızdan "sorumlu" çocuklardan biri geçiyor, geçerken arkadaşımın bir eliyle beline sarılırken diğer eliyle tüm boynunu sıvazlayıp da geçiyor... Arkadaşım kustu kusacak... İçkiden değil, tacizden...

Gözlerime inanamıyorum. Acıyorum hepsine. Ülkemize ayak basalı 24 saat olmuş Avrupalı yabancı gençlere düzenlenen bir hoş geldin partisi. "Welcome to Turkey, the land of abusive males" diye pankart açtılar herkesin zihninde. Neden diye düşünüyorum.

Yarış atı gibi odaklanmayı öğrendiler! Hayatta a-b-c-d den baka şıkların da olduğunu gördükçe, şaşırdılar, hazırlıklı değildiler. Oysa yalnızca biraz yakınlık kurmak istiyorlar belli ki, ama ne konuşacaklarını, nasıl konuşacaklarını bilmiyorlar.

Yabancı kız demek rahatlık demek, seks demek, internetten indirilen porno film demek benzerliklerin verdiği keyif yok artık. Benzerlik diye bir şey yok artık! Biz artik Avrupa’ ya ait değiliz, Avrupa’lı değiliz.. Biz ne olduğu, nereye ait olduğu, hangi kültüre sahip olduğu artık belirsiz, ruhu aç bir toplumuz! Tüm yetkilileri buradan tebrik ediyorum, içimizi boşaltmayı başardınız.

Tüm bunları size yazdım. Birinin beni önemsemesi ve sesimi duyması için. En azından duygumu paylaşması için. Öğrencinin içinden çıkmayan her daim öğrenci olmayı benimsemiş birisi olarak sizin diyeceklerinizi duymak için.

Saygılarımla..”

Bir öğrencinin kalemini yansıttım bugün sayfama. Söz sizde..

HAMİLEYİM!

Zorunlu olarak katıldığım ve yaklaşık üç saat kadar süren bir toplantıdan başım ağrıyarak çıktım. Derin bir solukta tüm akşamı içime çektim. Soluğumu verdiğimde toplantıdan ve baş ağrısından bir şey kalmamıştı. Dışarıda olmak buydu. Ey özgürlük! Pazar günü evlenecek olan Işıl KY ve müstakbel eşi de toplantıya katılmışlardı. Bir yerde oturup bir şeyler içme tekliflerini geri çevirmedim. Bu ikisine sultanken yani bekârken son görüşmemizdi bu onlarla. Bir hükümdarlığın yani bekârlığın yıkılışının, yerine çoğulcu demokrasinin hâkim olduğu evlilik kurumuna adım atmadan önce ikisini de görmek istedim. Memleket meselelerini tartışarak yudumladığımız Çilli’nin limonatası bir an da beni rahatlattı. Eski sultan, yeni demokrat arkadaşlarım o malum soruyu sormadan beni masadan bırakmadılar. Seni ne zaman evlendireceğiz? Ben de dünyanın en kolay bir o kadar da taşıması ağır yanıtı verdim “kısmet“. Zaten bu dünya da her şey ya kısmet, ya da ismet değil mi zaten diye düşünüp gülümsedim.

Uzunca bir süredir akşamın bu saatlerinde sosyal bir aktivitede bulunmamıştım. Özlemişim güneşin bohçasını toplayıp akşama kaçmasını. Hasbıhalin sonu yoktur ama genç çifti orada bırakıp yola koyuldum. Akşam trafiği olanca cazibesiyle beni kollarına alınca eve gitmekten vazgeçtim. Aldım elime telefonu, evdeyseniz size geliyorum dedim. Bir çığlık koptu “koşşşşşşşşşşşşşşş”. Uzun süredir görmediğim ve bulunduğum yere çok yakın olan arkadaşlarımın evine doğru kırdım direksiyonu. Bu ani direksiyon kırmalarıma alışamayan Limon (sarı araba!) çıkardığı ilginç sesleriyle tepkisini ortaya koydu.

Pek muhterem büyük şehir belediyesi yolları Kazmanya Canavarı gibi dişlediğinden tek tek basarak, önümdeki ve arkamdaki sevgili sürücü kardeşlerimle birbirimize incelikli iltifatlarla bulunarak sonunda arkadaşlarımın evine ulaştım. Jetgiller usulü Limon’u (sarı araba!) bir çantaya çevirmeyi çok isterdim. On sekiz yaşından beri araba kullanırım ve çok severim araba kullanmayı. Fena sürücüde sayılmam. En azından hiç kaza yapmadım. Hiçbir canlıya zarar vermedim. Trafikte sinirlerine bastığım sürücü kardeşlerim de beni hoş görürler diye düşünmekteyim. Ama bu yıl bana öyle zül gelmeye başladı ki araba kullanmak. Vitrin bakma modunda yollarda gezinmek ben gibi hareketli bir insana verilecek en büyük cezalardan biri. Yaratıcı bugünlerde beni çok sınıyor. Korkuyorum ayağım kırılacak ve yürüyemeyeceğim diye. Şükür ki uzun süre hiç yatmak zorunda kalmadım. Uyku uyumanın yaşamdan çalınan saatler olduğunu daha çocukken kavramıştım. Öğlen uykusu direnişime kreşteki arkadaşlarımı da dâhil ettiğim için, öğretmenim asi ruhumu törpüleme çalışmalarına başlamıştı. Ama kahraman bir annem vardı. Duruma el koydu. Kreş yaşantım boyunca hiç uyumadım. İşte analar tahtını yapıyor evlatların, bahtını değil. Oysa beni ne doktorlar, ne mühendisler istedi.. Yol boyu beraber ve solo geçişlerle yaşamımızı mırıldandık türkü türkü Limon’la (sarı araba!). Arada bir Poyraz bey (rüzgar!) da bize eşlik etti. Bir saatin sonunda hedefe ulaştık.

Limon’u (sarı araba!) park ettim. Gireceğim apartmana şöyle bir baktım. Huzur apartmanı. Gerçekten yaşamımda en çok özlediğim şey huzur. Sürekli bir yerlere yetişme telaşesi içindeyim. Zamana hükmetmeye çalışıyorum. Merdivenlere yöneldim. Ahmet Haşim’in Merdiveni tutundu dilime. Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenleri, eteklerinde gümüş rengi bir yığın yaprak.. Yirmi iki basamak sonra ellerim zille buluştu. Sanki benim çalmam bekleniyormuş gibi birden kapı açıldı. Kocaman bir kucaklama ve kulağımda patlayan bir ses “Teyze oluyoruz!” derhal içeriye gel diye beni çekiştirdi. Okuldayken de bana böyle yapardı bu Pınar. Allahtan solağım! Sağ kolum bu kızdan davacı. Kolumdan çekilerek salona geldiğimde ağlayan bir kadın ve onun yanında duran bir adam bana bakıyordu. Sadece selam diyebildim. Koltuğa sıkıştım.

Selin hamileyim diye mırıldandı. Mehmet de matematikçi ruhuyla hesap yapmış bunun 500 de 1 ihtimal olduğunu söyledi. Nasıl oldu anlayamadık deyip durdular. Yüzüme bakıyorlardı ikisi de. Şaşkınlık, her şeyi kontrole edebilen bilim adamlarının yerle yeksan olmuş bakışlarıydı bunlar. Gerçek dünyayı laboratuar gibi kullanan iki sersem çocuktu karşımda arkadaşlarım.

Ayağa kalktım. İkinizde asistanlığı bitirip doktora sınavına girmeyecek miydiniz? Yaşam planınız mı değişti dedim şaşkınca. Pınar sırtıma kocaman bir yumruk attı. Ama bu sözlerimi kesmesine izin vermedi. Evli değilsiniz. Sıradan bir öğrencie vinde yaşıyorsunuz. Paranız yok. Dahası Erasmus’la Viyana’ya gidecekken diye sözlerime devam ederken kaderi yönetme, insanı yönetme diye içimden bir ses fısıldadı. Sustum ve oturdum. Daha önemlisi dedim kendimi durduramıyordum antidepresan kullanıyorsun. Herkes yüzüme baktı şaşkınca. Daha geçen gün griptin ve ağır antibiyotik tedavisi aldın. İçki, sigara, kötü beslenme ve uykusuzluk da cabası.

Aslında bunlar bahaneydi ben de biliyordum. Kendilerine bile bakmaktan aciz olan bu insanlar bir bebeğe bakabilecekler miydi? Kendi hayat koşuşturmaları içinde sahiden bir çocuğun elini tutabilecekler miydi? Anne-baba olmak başka bir şeydi. Karşımdaki iki insana belki haksızlık ediyordum ama… Üstelik ağır bir duygudurumu bozukluğu yaşayan 28 yaşındaki bu genç kadın anne olmayı tolere edebilecek miydi? Hastalığı alevlenirse o bebeğe kim bakacaktı? Yaşamı sadece formüllerle biçimlendirilmiş Mehmet mi bakacaktı be bebeğe. Yoksa iki şaşkın arkadaşımın anne ve babaları mı? Onlar bu sorumluluğu üstlenir miydi?

Aklımdan onlarca düşünce konvay halinde geçerken üç haftalık daha dedi Selin mırıltılarla. Bu aralar çok bunaldım. Terapilere de ara verdim. Karaciğer fonksiyon testlerim yüksek çıktı. Antidepresanı kesemeyeceğime göre ben de doğum kontrol hapını içmemeye karar verdim. Sadece iki ay ara vermiştim. Şimdi hamileyim. Ben ki her şeyi kontrol ederdim. Ama bu sefer edemedim. Tek bildiğim bu bebeği istemediğim dedi. Şimdi istemiyorum! Şimdi değil…

İçimden bir şeyler koptu gitti. Üç hafta çok erken bebek alınamaz dedim. Çok küçük! Büyümesi gerek biraz daha. Cellât olmak nasıl bir duygu diye geçti içimden. Yaşamım boyunca bu kadar sert olduğumu hiç anımsamıyorum. Bu bir mucize aslında biliyor musun dedim. Kendiliğinden hamile kalmak ne kadar büyük bir lüks biliyor musunuz. Hepsi birden sustu. Pınar durdu yüzüme baktı sen ki bir bebek için ölürsün söylediklerini duydun mu dedi. Bunlar katil olmaya hazırlanırken sen destek verdin inanamıyorum diye hıçkırıklara boğuldu.

Oysa destek verdiğim falan yoktu. Sadece mevcut durumu yüksek sesle özetledim hepimize. İğrenç bir akademik ortamdasınız. Evli değilsiniz. Paranız yok. Otuzuna yaklaşan kocaman adamlarız ama hala okulda gibiyiz dedim. Mehmet ayağa kalktı şimdi sen gitmeden, bize ne yapmamız gerektiğini söylemelisin dedi. Hiçbir şey söylemek zorunda değilim dedim. Kendi yolunuzu çizin dedim. Ailelerinizle konuşun. Bir kadın doğum uzmanını gidin. Kararınızı kendiniz verin, siz anne ve babasınız dedim.

Kapıya yöneldim kızgınlıkla o sırada Mehmet dedi ki “sen istenen bir gebelik sonucu mu doğdun?” Bu salonda bulunan herkes hasbelkader bir hamilelik sonucu doğmuş. Döndüm gözlerimden alev çıkıyordu hissediyordum. Annem beni kendisi için doğurmuş dedim. Doğumumda babam yokmuş, görevliymiş. Ama bu neyi değiştirir dedim. Ben iyi koşullarda büyütüldüm el bebek, gül bebek. Hepimiz iyi koşullarda büyüdük. İstediğimiz okullarda okuduk. Hayat bize çok iyi davrandı. Şimdi Mehmet bu çocuğun geleceğini garanti altına alabiliyorsan önce zihinsel gelişimini ki ilaç kullanılmış ona göre kararını ver. Yanındaki kadının da sağlığını düşünerek. Sayısını bilmediğim depresif ataklar geçiren ve ciddi tedaviler gören arkadaşımın yüzüne baktım. Baba mısın, değil misin kendin karar ver? Derin bir sessizlik oldu. Ben 5 aylıkken Down’lu diye annesinin karnından söke söke alınan çocuklar gördüm. İstenmediği için terk edilen çocuklar. Sessizlik haykırışlara dönmeye başladı. Keşke trafikte boğulsaydım. Bu bir kabustu. Uyanmaksa gitmekle olacaktı. Kapıyı vurup çıktım.

Sonuç! Ertesi gün doktorlar gezildi. Minicik bir noktaydı ekranda gördüğüm. İçim titredi. Onca şeye rağmen yaşama tutunmuştu. Seçme hakkı denen şey bizden bağımsızdır. Bebek 2 hafta sonra yaşama ayak basmadan cennete gidecek. Anne ve babası da Erasmus bursuyla kendi yollarına.