Parmaklarımın Ucunda

Parmaklarım uzuncadır Uzağa Giden’e bir şey yazmak adına tuşlara dokunmamıştı. Kelimeler ve ben teğet geçiyorduk birbirimize, dün geceye kadar…

Bir süredir uyuyamıyorum. Uykum, yine geç gelen sevgilim. Çok olmuş gelecek birini, bir şeyi beklemeyeli. Şikâyetim yok bu yüzden. Yatak battı demiyorum. Sağa sola dönüp durmuyorum. Bir noktaya da gözümü dikip saatlerce bakmıyorum. Koyun da saymıyorum. Benim tilkilerin kuyruğu birbirine dolanmış durumda, hiçbir düşünceyi kovalamıyorum. Sakince uyur numarası yapıyorum. Şaka bir yana kendimde buna inanıyorum. Uyur gibiyim. Sevgilim birazdan gelecek biliyorum. Bu hal içinde oyalarken kendimi, dilimden bir cümle kayıp gitti: Dünya parmaklarımın ucunda, belki bu yüzden bir süredir usul usul yürüyorum.

Doğruldum yatağın içinde. Gözlerimin karanlığa alışmasını bekledim. Aklımdan bir sürü şey geçti. Geçip gitsinler istedim. Bir tek onun dışında. O da beni bekledi. Birkaç kez aynı cümleyi mırıldandım durdum. Dünya parmaklarımın ucunda, belki bu yüzden bir süredir usul usul yürüyorum. Ayaklarımı bastım yere. Parmak ucunda! Sanki ayağım yere dokunsa, bir şeyler kırılıp dökülecek. İlerlemek için ayağımı yere basıp kaldırmalıyım. Yürümek diyorlar buna. Aslında hayat bu.

Sahiden dünya parmaklarımın ucunda mı? Ayaklarıma bakıyorum. Daha narin olsunlar istiyorum. Dünyaya basmaya kıyamıyorum. "Yaşamayı ertelemek denir mi buna?" diye geçiyor aklımdan. Risk almalıyım. Yumuyorum gözlerimi sımsıkı. Basıyorum ayaklarımı yere. Dudaklarımı ısırıyorum derin bir nefes eşliğinde. Ellerim kavramış dizlerimi sımsıkı. Ayaklarım yerde... Biri halıda, diğeri betonda. Biri sıcağı ve yumuşaklığı, diğeri sertliği ve soğuğu hissediyor. Tezatlığın içinde dilimi temizliyorum sanki aynı cümleyi söyleyerek. Aklımdaki bozguncu düşünceleri halının altına sürüyorum. Elim klavyeye dokunuyor. Yazıyorum…

Bu eski sevgiliyle aniden karşılaşıp, bir bardak çay içmeye benziyor. Gözler çoktan kucaklaşmış. Eller tedirgin, masada nereye konacağı bilmez bir durumda. Bir anlık dokunuş geçmişi bugüne getirmeye yetebilir derken, bacaklar değiveriyor birbirine. Çekmek istemiyorum kendimi. Geçmişten gelen bu sıcaklık sarsın istiyorum bedenimdeki en ücra köşeyi. İçimdeki göl yalnızlığına bir taş atıyor sevgili. Dalga dalga büyüyor içimdeki sıcaklık. “Seni özledim” diye fısıldıyorum belli belirsiz. O bir şey demiyor. Yüzüme bakıyor sadece. Eşzamanlı konuşmaya başlıyoruz. Dinlemiyoruz birbirimizi. Anlatılacak çok şey var, anlatılacak hiçbir şey yok. Saçlarını kesmiş, gözleri yine ışıltılı. Az kilo vermiş sanki. Giyim tarzı değişmiş. Belki de tam tersi. Geçmişi bugüne taşıma arzusuyla, sandık lekeli bir anıyı bulup getirmek ister gibi masaya. Sigarayı bırakmamış hâlâ. Dudağına kondurmuş yine o haylaz gülümsemeyi. Beni fark etsin istiyorum. İnce bellide içtiğimiz çay yakarken boğazımı, içimdeki benler bir bir harekete geçiyor.

Bir ben var: Her gün olağan üstü bir şey olmuyor. Yeni bir gün başlıyor, ama… Bu, kalan ömrümdeki en harika şey mi bilmiyorum. Başıma talih kuşu konmuşçasına davranmadığım kesin. Hastayım. Kesik kesik öksürmelerimin yankısı, yüzümdeki uzaklara dalıp gitmişlik ifadesini bozuyor. Aynaya her baktığımda Kızılderili’nin karşısında iktidarı ele geçirmeye çalışan Sarı Benizli pozunu takındığımı fark ediyorum. Uygun bir zemin bulsam, fışkırmaya hazır bir yaşama arzum var. Biliyorum!

Ayak sesime kulak kabartıyorum. Bir süredir yürüdüğümde iç gıdıklayan o sesin zamana yenildiğini işitiyorum. Yürüyüşüm sessizleşiyor. Topuklar büyüdükçe ayakkabılarımın şarkısı o ritmi tutturuyor: Yalnızlık… Çıkardığım sesler ürkek. Sabah uykuyla uyanıklık arasında, biraz daha sıcak yatağın içinde kalsam diye düşlediğim anlardaki gibi. Yorganı, dış dünyanın tüm ürküntülerine karşı kalkan yaparak yatakta kalmayı yeğlemek mi yoksa ürkek de olsa yürümek mi? Yoruldum.

Bir başka ben daha var: Her zamanki neşem, insanı başka âlemlere sürükleyen kahkaham yok bu akşam. Dağınık saçlarımla, zamana dargın ihtiyar bir kadına benziyorum. Oysa bir süredir barışıktım saatlerle. Fırfır dönen saniye ibresi artık ürkütmüyor beni. Gece ile gündüzün oynadıkları kovalamacaya aldırış ettiğim yok. Günlerimin dünü yokmuş, yarını da olmayacakmış gibi zamansız geçtiğini fark ediyorum. Nefes almak dışında hiçbir mecburiyetim yok. Asgarisinden giyinmek ve beslenmek tek sorumluluğum. Meyhaneler evim. Bağlantısız olmayı seviyorum. O yüzden aynı meyhane, aynı masa, aynı meze gibi takıntılarım yok. Tuza, rakı basmayı seviyorum. Bir de makam farkı yaratıp, “Ah bu şarkıların gözü kör olsun…” diye name geçmeyi.

Ve bugün… Diğer günlerin tekrarı bir gün. Yine, ilk gördüğüm meyhaneye girdim. Herhangi bir masaya oturdum. Bakışlarım rakı kadehine düştü. Siyah ve beyaz hiç bu kadar birbirine karışmamıştı gözlerimde. Sigaramı yaktım, derin bir nefes çektim. Masada ne buz var, ne de peynir… Bir de soğuk su yerine, sıcağı katınca rakıya efkârlandım. Birazdan iki damla yaş gözümden akacaktı ve onu kimsecikler tutamayacaktı. Ne olduysa olmuş, zaman yeniden akmaya başlamıştı. İrkildim. "Hangi saat, iki damla yaş karşısında tutunabilir?" dedim kendi kendime. Yutkundum. Avuçladım kadehi, diktim tepeme.

Ölçüsüzce yuvarladığım rakı, yırttı gitti boğazımı. Çocukken de böyle olurdu. Güzel bir yemeğin ardından, bir yudumda içtiğim su, kesip atardı boğazımı. Ağzımda tat kalmaz, can acısıyla birkaç gün geçirirdim. Tuzu rakıya, acıyı güne katık etmeyi o günlerde öğrendim.

Öteki ben: Yazamadım. Sevgilim geldi. Uyumuşum…

***********************
Okura not:  Sevgilinin gelmemesi iyi oluyormuş.

Fotoğraf: Özgür Çakır






VAN’A 1 MİLYON OYUNCAK KAMPANYASI



Çocuk oyunlarında yıkılan bir ev gördünüz mü hiç?
Oyunlardaki gibi yıkılmaz evler yapmak, mutlu ve yaratıcı çocuklar yetiştirebilmek için...
Van’daki çocuklarımızı oyuncaklarla sarıyoruz.
Haydi! Top, bebek, lego, araba, yap-boz yollayım.
Boya kalemi ya da bir kitapla çocuk gülücüklerine karışalım.

1Milyon Kalem Ailesi

Adres:  
Van'a 1 Milyon Oyuncak Kampanyası
Van Valiliği
Cumhuriyet Cad. Hükümet Konağı.    
65100     Şerefiye - Van

aşina



uzuncadır
göç almamış
bir yüreğe benzer eylül

ve
doldur boşalt yaşanan hayatların
yılbaşısı gibidir

işte bu nedenle karşılanmalıdır

bildik bir şarkıyı
ilk defa söyler gibi

ayrılığa son vermek



Hasat mevsiminde toplanmayan meyvelerin yere düşmüş haline benzer insan iş çıkışında. Belki de bu yüzden, sel olup akan kalabalığın arasında tutunmak zordur. Bunu bildiklerinden midir nedir, her akşam aynı saatte buluşur ikisi. Omuz verirler birbirlerine ayakta durmak için.

Kadın, kararlı adımlarla adamın iş yerine doğru yürür. Musa’nın asasını eline almış gibidir. Adım attıkça kalabalık cadde ikiye bölünür, önü açılır varış noktasına doğru. Onu gören işportacılar gülümser, bilirler ki saat 17.30’u vurmuştur. Sokakta hayat akıp gider… Adamın toparlanıp gelmesini bekler kadın. Nafile, geçmek bilmez o üç dakika. Neler neler düşünür kadın…

Bir koşu, seksen üç basamağı iner adam. Tam kapının önünde durur. Saçlarını düzeltir. Soluklanır. Sonra, hiç acelesi yokmuş gibi çıkar sokağa. Sırtında çantası, elinde notları…

Göz göze gelirler. Bildik kavuşma sahnesini izler sokaktan geçenler açık havada nostaljik bir filme bakar gibi. Sarılır, öpüşürler. Konuşmadan yürürler. Hep gittikleri kuytu kafede oturup, bir simidi çaylarına katık ederler. Kapalı bir mekandan çıkıp, başkasına girmeden önce bir nefeslik istasyondur burası onlar için.

Çay ve simide, gün içinde birbirlerine söylemek için dillerinde birikenler eşlik eder. Yelkovanı, akrepleştirirler yüreklerinde. Otuz dakika bu… Bin sekiz yüz saniye… Posasını çıkartmaya çalışmazlar zamanın. Dokunuşların el olmadığı, sözlerin dili çatallaştırmadığı andır yaşadıkları.

Ayrılık vakti geldiğinde, hüzünlerini gizlemek istercesine yepyeni bir konuyu konuşmaya başlarlar. Doyasıya konuşamayacaklarını bildiklerinden, soluksuz kelimeler dökülür dudaklarından. Konuşma hızlandıkça yol kısalıverir. Kadının içini bir telaş kaplar, ayakları dolanı verip düşecekmiş gibi hisseder. Sokulur adama. Kolları dokunur birbirlerine, sevişen iki beden gibi. Dalıp gider uzağa, kadının gözleri. Adam açığı kapatmak istercesine konuşur ikisinin yerine. Kelimeler sessizleşir. Susarlar. Ritmi ortak adımlarla yürürler. Başka yönlere doğru yol alma vakti geldiğinde, adamın gözlerine bakar kadın ve “sen de benimle gelebilsen, en azından yolun yarısına kadar…” der. Aslında bu şu demektir: “Senden ayrılıyor olmak benim için çok zor. Sadece bir geceliğine ayrılıyoruz biliyorum. Ama bu hafta sonlarının, yaklaşan yaz tatilinin belki de kaçınılmaz ayrılışların provası gibi…”

Yürürler.

Akrep, yelkovanlaşır zihinlerinde. Yolun yarısına geldiklerinde “öp beni...” der kadın.

Ayrılırlar.

Birkaç adım atarlar. Kalabalık tüylerini ürpertir kadının. Ve içinde bir sızı başlar. Dönüp bakmak ister ardına, adama… Yapamaz. Bunun anlamı: "Yokluğuna alışan adamın, bir süre sonra onsuzluğu hissetmediğini kavramasıdır. "

**********************************************************************************

Okura not: "Aktarım biter, ama hikaye hiç bitmez...
Şimdi elinizde bir kitap olduğunu ve sayfasını çevirdiğinizi hayal edin. Hani hikaye bitmiyor ya...

Ertesi gün...

Adam,  seksen üç basamağı hızla iner. Nefesi nefesine karıştır. İlk defa "geç kaldım" diye hayıflanır. Saçını başını düzeltmeden, sokağa fırlar. Onu gören işportacılar saatlerine bakar. Gözlerini oymaya kalkan güneşi, sağ eliyle perdeler adam. Üzerine üzerine gelen insanlara, satıcılara, binalara, kedilere ilk defa bakar. Kendisini çarpan bu kalabalığın içinde tanıdık bir dokunuş arar. Olduğu yerde durur, yüzü sararır. Nefesi sıklaşır. Bakamaz ardına. Bunun anlamı: "Rutini bozmak istemiyorum. Bir bozgunu daha yaşamaya gücüm yok. Ardımı dönersem sorumluluklarımdan, koşullarımın gerçekliğinden kopup giderim. Buna hazır değilim. Korkuyorum."

Kadının her gün ona söylediği şarkıyı duyar adam. Bu ses nereden geliyor diye aranırken, gözlerini boş ince belliye mühürler. Ansızın bir çocuk sesiyle irkilir: “Ablaya bir mendil almayacak mısın abi?” Gerçek bu kadar basittir. Sokak, o gün yeni bir son izler…

Tüm bunları, giden trenin penceresinden görür kadın. Ve ayrılığa son verir. 


**********************************************************************************

Yazara not: Bazen "ayrılığa son vermek" kavuşmak değildir. Her gün bir parçası kopan ilişkiyi, bir yerinden tutuşturup ayrı ayrı yaşamak yerine, bazen gitmek gerekir. Sayfayı çevirme vakti, hadi...


konteyner kedisi



özgürlük
balon eteğin
helyum gazı olmaksızın da
yükselişiymiş
bunu bugün öğrendim

eteklerime yaz gelmiş

sanki, lunaparka gitmişim
balerine binmişim
fora edilmiş kader sandalında savruluyor eteğim
dalga dalga
bi mavide
bi kahverengide

zormuş
ne olduğunu bilip de yaşamak

milletin gözünde konteyner
aslında tekir olmak…

 

puantiyeli / belki de pembe çiçekli çorba


öğlen vakti...


karnımızı doyurmaktan çok
gönlümüzü eğlendirmek istedik
girdik bir lokantaya


at kestanesi ağacının çiçekleri
karıştı çorbamıza
sanki tuz, karabiber gibi
istesen olmaz!

herkes beyaz çiçekli ağacın altına oturmuş
bi biz
ikimiz…
pembenin altında


rüzgar esince başlıyor
çiçek kaç, saç tut oyunu

o vakit
zülüfler toz pembe
koynum çingene


çiçek bu
ne yapacağı belli olur mu hiç
gitmiş saklanmamış mı tam kulağımın içine
nerden gördün sen onu
usulca aldın
attın ağzına
sanki kirazdan küpelerimi yer gibi


dilinin balı rüzgar oldu
birden gök gürledi
sarıldın bana

toprak rengi gözlerimle
alkım renkli gözlerine baktım
üç tane beyaz çiçek, kuş gibi yerleşmişti başına
gözlerimle okşadım onları
sen bilmedin

durdun baktın bana
" zeytinli evi çok sevdim
istediğin vakit gidelim" dedin 


seslenmedim
sadece gülümsedim
"ben
günlerce
gecelere
senle
gittim ki
o eve"
demedim

çiçekli çorbamdan bir kaşık alırken mırıldandım
ne zaman?

bi başımı kaldırdım ki
ne göreyim
uçup gitmemiş mi saçlarından çiçekler

peki ya zeytinli ev...

"ben duruyor muyum zihninde"
diyemedim


derken yağmur başladı
zengin kalkışı yaptın
sözlerin hepsi dilimde kaldı
yanağıma kuru bi öpücük kondurdun
ardını döndün
yürüdün
gittin

"dönüp ardını bana gitme"
diyemedim
açtım puantiyeli şemsiyemi
atladım bisikletime 
işe yollandım
bu şarkıyı söyleyerek...


duydun mu canımıniçi?

Fotoğraf: Özgür Çakır

bir şarkı, bir düş ve bir yer arasında...




ruhumdaki morartılara baktım az evvel
seninle yaşayamadıklarımızın hepsi
mürdüm lekesidir bende
bilesin!

ruh acısına
en iyi düş kurmak gelir dedim ben de kendi kendime
moru, pembe yapmaya karar verdim

diyorum ki...
açalım önümüze bir harita
sonra sımsıkı yumalım gözümüzü
ooooo piti piti karamela sepetini söyleyelim
başparmağımız yol göstersin bize
gideceğimiz yeri belirleyelim


ha bu arada
haritadaki her yer
neresi mi?
görmek için tık tık


aslında ben ne istiyorum biliyor musun?
üstü açık bir arabaymışız
Audrey Hepburn gibiyim ben
öylesin de ya
düş bu!


işte arabadayız
daracık, patika yollardan gidiyoruz
sen dünyanın en yakışıklı sessiz adamı
dikkatle yola bakıyorsun
ağaçlar Artur'un şövalyelerinin kılıcı gibi gölgelik yapsın bize
ben şarkı söylüyorum
sen hiç radyoyu açmıyorsun
sesin çok güzel aşkım diyorsun
gülümsüyorsun hep
rüzgar dans ediyor saçlarımda
şifon elbisem kuş olmuş uçuyo
pişt!
sen yola bak, bacaklarıma değil!
varacağımız yere çok var daha...

o da ne
durduruyosun arabayı
gözlerine bakıyorum
ilk kez bana öyle bakma demiyorsun
sahi ben seni en son ne zaman öpmüştüm diyosun...


ah be adam!
ah...
o şarkıyı söylüyorum işte
duyar mısın ki?


"sevipte söyleyemediğim şarkılar var
bir dizesini asla hatırlayamadığım şiirler
keşke, keşke o ben olsaydım dediğim hikaye kadınları
düşlerim var...
uyandığımda yalnızca başını hatırladığım
ve asla sonuna kadar görmeyi beceremediğim
bir adam var düşümde, tam dokunacakken uyandırıldığım
bir adam, sonumuzun ne olacağını hiç öğrenemediğim
..
."

budala



çilek toplamak zor iş

neden mi?

çilek aşka benziyor çünkü
bazısı
şeker gibi, tadından yenmiyor
bazısında ise
ne yediğini anlamıyorsun

çilek
anarşist meyve
çökertiveriyor insanı dizlerinin üzerine
dudakların mührünü çözüyor
ellerini dalarken çer, çöp, dal, taş, börtü, böcek
kilime atılan düğüm gibi türkü yakıyor
yaşmaklı kadınlar
söyleyemediğimiz türkülerce yaşanıyor aşk

kızıyorum ben o kadınlara...
tarlalarda kendi özünü düşünmeden
türkü çağırdıkları için değil!
bu onların en kadın yanı
nasıl gönül koyarım

aslında
ben kendime kızıyorum!
aşkı sadece ben yaşıyormuşum gibi budalalaştığım için
en sonunda yüreğimin gücünü kaybedip
şimdiyi yaşayamadığım için

fark ediyorum ki
avuçlarım kızarıyor
yanaklarımdan şebnemler süzülüyor

o vakit
hissediyorum ki
alnım mavide
ellerim toprak…

motor, bazuka ve gitmeler üzerine

alıp başımı defolma (!) hissimin kuvvetli olduğu günler. yaşadığım kaygıdan yüzüm, gözüm, boynum, böğrüm sivilce içinde. yetmedi, tansiyonum asansörcülük oyununu keşfetti. ancak, ciddi bir sorun var. bizim çocuk tepelere tırmanmayı seviyor, ama aşağıya nasıl ineceğini hiç bilmiyor. bazen kaydıraktan kayıyor, o anlarda dünyam tepetakla oluyor. gözlerim karanlığı seviyor. köstebek ruhum gömülmek diliyor. nafile... biri şu çığırtkanları sustursun istiyorum. gürültüler artıyor "n'oldu...",  "iyi misin?...", "ya bir doktora gitmedin"... beynime veren inzibatların söylevleri eşliğinde, “iyi ararsan eve dönüş yolunu bulursun” masalından sıkılmış olan kanım, damar yollarını terk edip burun deliklerimden fışkırıyor. işte o vakit “hadi diyorum… hadi kızım… Uzağa Giden olma vaktin geldi.”

boyumu aşan işleri gözümün tersiyle iteliyorum. sırt çantamın içine birkaç giysi tepip, zihnimden yol haritamı çiziyorum. gidiyorum...

tam kapıdan çıkarken, elime çarpıyor Bazuka. Uyurkulak!etme, eyleme… okumak istemiyorum. canım yanıyor yahu. hiçbir kelimeyi peşimden sürüklemek istemiyorum. aşk, yalnızlık ve şiddete dair hikayelerden bana ne! biliyor musun kimselere demedim ama Limon’u (sarı araba!) sattım. iki ay oldu. Duygucan'ın (radyo!) sesi sağır ediyor kulaklarımı geceleri. uyuyamıyorum. umarsızca, sevdiğim adamın bana sarılmasını bekliyorum. o da gelmiyor. beni avutacak bir kitap olsaydı dediğim zamanların sayısı artıyor.  sen neredeydin bakalım benim canım yanarken Uyurkulak? tutkular kitaplığı’nın ırzına geçen editörün ruhuna sövüyordun değil mi? şimdi tam giderayak, neden çelme takıyorsun bana? kürk mantolu madonna bakma bana. seni severim bilirsin. ama bakma bana. bakma! o-ku-ma-ya-ca-ğım!

yine bir kitapla konuşuyorum. üstelik bunun ardında, yakışıklı yazar fotosu da yok. kahretsin! atıyorum çantama kitabı. atlıyorum motora. sırtımda bazuka. düşüyorum yola...

buradayım. nerede mi? her yerde. çay, simit ayinindeyim. sen yoksun yanımda. tuzlu su akıyor yanağımdan bi damla. bahar şebnemle gelir ya işte öyle bir vaziyet. suratım sırılsıklam. rastgele bir sayfayı açıyorum her zaman ki gibi. “Kuş Yuvası”… Tahir’in hikayesini okuyorum. bunu sen okumalısın diye not düşüyorum aceleyle. canım adını söylemek istiyor. sıkıyorum dudaklarımı. son cümleyi okurken, burnum kanamaya başlıyor. eğimine yandığımın dünyası daha bir çalkantılı geliyor bana. çayımı getiren, garson telaşlanıyor. gözlerimle ona “korkma” diyorum.  "eyvallah" dercesine bakıyor bana. kitabın üzerinde kandan ayraç yapıyorum. 35. sayfa da Pembe hikaye başlıyor. kan, elbet durur biliyorum.

okumaya ara verip mırıldanıyorum… “ömrümce hep adım adım / her yerde seni aradım / ben kalbimden başka yerde / inan seni bulamadım."

garson bana bakıyor ve ilk kez konuşuyor "sesin güzelmiş abla..." dudağım yana kayıyor, galiba gülümsüyorum. elimin tersiyle, ağzımın içine süzülen kanı siliyorum.

Ve biliyor musun Uyurkulak, kırdığım kalemi yeniden açıyorum. galiba yazıyorum.

hala sana en uzak yerdeyim: sendeyim...



biliyor musun
aşk sürekli mesaiye kalmayı gerektiriyor


çalışma saatleri uzadıkça
tutsaklaşıyorsun
bir süre sonra
esaretten maaş alır hale geliyorsun


aldığın maaşın
neredeyse tamamı 
aşk masraflarına gittiği için
ebediyen ruh tokluğuna
gönül dükkanının
en sadık memuresi olarak
çalışıyorsun

durmadan...


anlayacağın canımıniçi
ben sadık bir işçiyim
bıkmadan
usanmasan
seni çalışıyorum


ama
aşk hesabında bir hata yapıyorum

çünkü,
hala sana en uzak yerdeyim
sendeyim…

ne zaman canım yansa ninni dinlerim...



tuhaftır


ne zaman canım yansa
ninni dinlerim


ve ne zaman canım yansa
yağmur yağar


ben de
küçük bir kız çocuğu gibi
senin gelmeni beklerim
gelip bana sımsıkı sarılmanı
ve kulağıma mırıldanmanı
"dandini dandini..."


tıpkı bu sabah olduğu gibi...

aşk hiç biter mi?




gözlüğümü kırdım bugün


sonra


ayağımı dolabın sivri yerine çarptım
çorabım kaçtı
dizim kanadı
azıcık...


pencereme hiç güvercin gelmedi


aslında her zamankinden daha uzun bir gündü
daha çok çocukla oyun oynadım
gülüştüm
dertleştim

tek kelime okuyamadım
masamda sırt sırta vermiş duran kitaplara bakıyorum
kurtlarla koşan kadınlar
bazuka

bi öğlen yediğim simit yarendi bugün bana
bi de bu şarkı


seni özledim...

herkes ne zaman ölür: elbet gülünün solduğu akşam


biliyor musun Deniz...
dün hıdırellezdi.
kendime bir gül ağacı çizdim, üzerinde üç dilek...


biliyor musun Deniz...
nicedir kendim için hiç bir şey istemiyorum.
bu gece "şiirin onarıcılığı" diye bir söyleşiyi sunacağım
önümde Nazım'ın "şaşıp kalma üstüne" dizeleri duruyor
ben sevdiğim adamı düşünüyorum





biliyor musun Deniz...
sevebilirim,
hem de nasıl,
dile benden ne dilersen
canımı, gözlerimi.
öyle seviyorum Deniz, bunu o hissetsin istiyorum!

kızabilirim,
ağzım köpürmez,
ama devenin öfkesi haltetmiş benimkinin yanında
devenin öfkesi, kinciliği değil.
çocuklara sığındım Deniz, kaçtım erişkin yaşamdan.
öğrendim ki öfke, kin, nefret kendi kendini döven boksör.

anlayabilirim
çoğu kere burnumla,
yani en karanlığın, en uzaktakinin bile kokusunu alarak
ben Uzağa Giden'im, Deniz...

ve dövüşebilirim,
doğru bulduğum, haklı bulduğum, güzel bulduğum her şey için, herkes için,
yaşım başım buna engel değil,
engel değil mi Deniz yaşım, kadınlığım, düşlerim, hatalarım, dediklerim, diyemediklerim...

ama gel gör ki çoktan unuttum şaşıp kalmayı.
insanlığı terk mi ediyorum sence ben Deniz?

şaşkınlık, alabildiğine yuvarlak açık ve alabildiğine genç gözleriyle bırakıp gitti beni.
yazık.
insan olmak bilirsin ne zor şey Deniz.
herkes sen gibi taşıyamıyor.

sana geldi pek dost yürek hisset e'mi?
gelemeyenlere küsme.
beden esir, zihin özgür sen bilirsin değil mi Deniz?

bu yıl bir şey isteyeceğim senden
mayıs esintileri arasında
melek kızımı bul lütfen
"Nisan! artık çok bekleme git ve annenin elini tut" de ona

şaşırt kızım beni...
şaşırt yüreğimi.

hıdırellez dilekleri sahiden bir gün gerçek olur değil mi Deniz!
ve hepimiz bir gün buluşuruz değil mi...

zeytin sevmeyen adam




hani okuyamadığımız kitaplarımızı götüreceğiz ya

hani o kitabın
bir ucunu sen, diğer ucunu ben tutacağım ya

kim kurduğu düşten dolayı suçlanabilir?






 
bak ne diyeceğim
ilk okuyacağımız kitap "fark etmemişim bilmiyordum" olsun.
tamam mı?
kitabı elime aldım dün
her zaman yaptığım gibi rastgele bir sayfa açtım
"tek kişilik tarif" çıktı karşıma


sanki
sen ve ben için yazılmış bu sayfa
itiraz etme hemen
ve dinle!

malzemeler...
"sıcak yaz havası (gece toplanmış), 1 adet dut, 1 adet bülbül, 1 adet ay ışığı, yerlisi çıkmışsa dolunay, 3 adet sivrisinek, 1 adet ağustosböceği, irili ufaklı taze yıldız, bir üflemelik mum ışığı, 3-4 tane ateş böceği, yazısız boş bir kitap, yaslanmak için geniş gövdeli bir ağaç, sık dokulu çimen, bolca oksien, aldığı kadar sessizlik. "

nasıl yapılıyormuş biliyor musun?
"bol oksijenli sıcak bir yaz gecesi, ay doğar doğmaz, bir adet dut bülbüle yavaşça yedirildikten sonra ateş böcekleri serbest bırakılır. bir üflemelik mum yakılır, sivrisinekler ve ağustosböcekleri tek tek salınır. ağaç gövdesine yaslanıp ya da çimenlere uzandıktan sonra boş sayfalı kitabın yapraklarına gökyüzünden taze yıldız serpiştirilir. nane etkisi yapan yıldızların ferahlığı hissedilir hissedilmez, muma üflenir, gözler yavaşça kısılıp yaklaşık iki saat, iç çekirilinceye kadar boş kitaba sarılarak hayal kurulur ve sessizliği dinleyerek uyunur."


şimdi bana hala ben zeytin sevmem diyebiliyor musun?
çünkü bu başka türlü bir şey...
şimdi senin için
ben söylüyorum
dinle!

reklamlar ve bizim evin halleri



Barış Manço'nun sesi çalındı kulağıma. "Ben bilirim... Ben bilirim..." Bu şarkıda göz yaşı yoktu. Kulağım iç çekişleri takip etti... Annem, telefonda babamla konuşuyor gözleri yaşlı. "Kırk iki yıldır evliyiz bak yine gurbettesin, toplasan kaç yıl birlikte olduk acaba?" diyor. Sanırım yardan ayrı kalmasını en iyi annem biliyor. Televizyondaki reklam bir banka reklamı. Bugün 3 mayıs cebimde kaç para var diye düşünüp gülümsüyorum. Cüzdanımdaki boşluğu en iyi ben bilirim, ben bilirim...

***

Mutfakta oturmuş gazeteleri karıştırıyorum. Seviyenin bel altına indiği seçim sürecine dair haberleri okurken yanımda yedi yaşın verdiği olgunluğu bedenine yerleştiren Ilgaz beliriveriyor. O anda bir oyun oynamaya karar veriyorum. Televizyon haberlerindeki muhabirler gibi başlıyorum sormaya. "Bu kim?" Cevap anında geliyor "Başbakan Recep Tayyip Erdoğan..." Sormaya devam "Bu kim?" ikilemeden "Devlet Bahçeli..." Sayfayı çeviyorum "Peki bu kim?" Bir nefes alıyor "Kılıçdaroğlu..." Küçük bir sessizlik oluyor aramızda, gözgöze bakışıyoruz."Adı yok mu bu adamın?" diyorum. "Sen kime oy vereceksin?" diyor. Çorbayı karıştıran annem hınzırca bana gülümseyerek bakıyor. "Henüz karar vermedim" diyorum ve soruyorum "sen oy verebilseydin kime verirdin". Düşünmeden "Kılıçdaroğlu'na..." diyor. "Çünkü o diyor ki sağcı ya da solcu olmak değil önemli olan insan olmaktır. Bu hoşuma gidiyor." Elinden tahta kepçe düşüyor annemin. Ilgaz'ın başını okşuyor ve soruyor "solcu, sağcı ne ola ki?" Cevap "Umrumda değil. Önemli olan insan olmak..."

***

Benim reklamım ise kuşkusuz Behzat Ç. tanıtımları. Neden mi? An olur onu da yazarım...

hız



"zaman mı çok hızlandı
yoksa ben mi geride kaldım?"

masamın üzerinde okunmayı bekleyen onlarca kitap var
parmaklarım belli belirsiz okşuyor sayfaları
ertelenmiş okumaların iç çekişine karışıyor dudağımın kızılcık gülüşü

zihnimde beliren fikre tutunuyorum
okuyamadıklarımızın bir kaçını alsak yanımıza
şirince'deki, zeytinli eve gitsek...

dün yine baktım o eve
hani olur ya belki bir gün gideriz diye...
terasa kondurdum ikimizi
aynı kitabı okuduğumuzu düşledim sarmaş dolaş
kitabın bir ucunu sen, bir ucunu ben tutuyormuşuz
okumaktan yorulunca da
yeni bir kitap yazmaya başlıyormuşuz

gülme...
kim kurduğu düşten dolayı suçlanabilir?

nisan bitiyor bak
yine gelir mi dersin?

masama bakıyorum
mayısa hiç hazır değilim

eser şimdi mayıs
üşütür beni
eteklerimi uçurur
aklımı savurur
sensizliği daha bir derinden hissederim

masam, bir mayıs sıkıntısı...

yarısı yenmiş elma,
yeni açılmış tadına bakılmış, öylece bir köşeye bırakılmış kefir,
çeyrekten az çikolata,
ve sen gel de ye domateslerini diye bir köşeye ayırdığım sandviç ile göz göze gelip duruyorum

sonra...

kahve içmişim kim bilir ne zaman
bıraktığım dudak izim görünmez olmuş
külahta çiğdem
bir kaç toka
kitap ayraçları
üzeri yazılmış notlar
yeni başlanmış bir öykü

vazo yine boş, oysa papatyalar yürek boyu

nereden bildin ayakta olduğumu
kuş bakışı sana odayı anlattığımı
burnumu cama dayadığımı...
yağmur damlalarını saydığımı
hatta gülümsediğimi
saçlarımla oynadığımı
menekşem acıyor biliyor musun?

ya sen herşeyi nasıl biliyorsun!

bunu da bil bakalıkm
şimdi ne yapıyorum

sahiden bildin
izleyemediğimiz şu filmi düşünüyorum
ve haklısın o şarkıyı dinliyorum
onca kirlenmişlik içinde
ılık bir sesin içinde kayboluyorum.

belki bir gün söyleriz
hatta dans ederiz
bakalım kim kimin ayağına basacak

rüya




kim gördüğü düşten dolayı suçlanabilir?

doğrudur uyanacağım

ne yapalım
dünyaya gözümü açacağım diye
hiç mi hayale dalmayacağım

ve sen
düşbozancılık oynama artık

ben mutluluk peşinde değilim ki
çok oldu cennetten sürüleli
hem belledim ki
"cennet cennet dedikleri birkaç köşkle, bir kaç huri"
istemem ben öylesini

ben sevdim seni
istesen de
istemesen de
sevdim seni...

23 Nisan'da sayfamda çocuklar, gülücükler ve umut!

Çocuk bayramının içine saklandığı bir mevsimde can bulduğumu düşünerek uyandım bu sabah. Birazdan çocukların arasına karışacağım. Boyum, posum pek uygun değil ama ruhum çoktan çocuk gülücüklerini takındı. Siz görmezsiniz ama elimde hep minik bir bebeğim var, kulaklarımda kirazdan küpeler. Saçlarıma sakladım mor nergisleri toka niyetine. İşim oyun benim. Varsın olmasın süslü elbiselerim, boyalarım, oyuncaklarım. Oyun arkadaşım dedemi bir defa daha görsem bugün! Ben biliyorum ki bana verilecek en güzel armağan birbiriyle sahiden iletişim kurabilen bir anne ve babamın olması. İçinde bulunduğum evde dinlenilmem, konuşabilmem, düş kurabilmem. İçinde yaşamak istediğim topluma benzeyen bir ailem var. Bayram işte bu...

Özgürce gülümseyen, kendini resimle ifade eden iki çocuk Emir ve Eda,Uzağa Giden'in sayfasına konuk oluyor bugün. Egemenliğin kayıtsız şartsız halka ait olduğunu anımsatıyor çocuklar. Ne güzel. Uzağa Giden bugün çok mutlu. Tüm çocuklar gelsin buraya. Herkese yetecek kadar sevgimiz var. Hoş gelsin çocuklar. Hoşça gelsinler...







UNICEF yararına Roche tarafından düzenlenen ‘Geleceğin Yıldızı Sensin! Ne Olmak İstersin?” resim yarışmasına katılan bu miniklerin renkleriyle tüm çocukların kulaklarına fısıldıyorum: YAŞASIN 23 NİSAN...

Bu fısıltı çağlasın: Özgür, umut dolu, üretebilen, doğayla ve kendiyle barışık insanlar olarak yaşamak umudumla.

seyrüsefer




yolculuğumu tamamladım
birim zamanda yol aldım
soluğum elverdiğince dünya gözüyle yaşama dokundum
belki de yaşamı dokudum

sahi kaç ilmekli bir halıydı hayat?

bilemedim.
bilmek de istemedim.

ilmekleri nereye attım
hayatımı mı düğümledim
yoksa düğümleri hayata mı çözdüm

ben perdesini araladım hayatımın.
kavgalarımın ve zaferlerimin yerle yeksan anıtı bedenime baktım.
soluklandım

varlığını çoğu zaman fark etmediğim
yoklukların
azlıkların
ve imkansızların tınısını
iç geçirişlerimde yankılanan
nefesime tutundum.

ve anladım ki o an, çokluktan tekliğe ulaşmakmış hayat.

yüzlerce ilmeği birleştirdim
kadere yazılmadım
kendi kaderimi yazdım.

ben
uzağa giden

gebe




elimi cebime attım
süslü sözler kalmamış
ne yapayım?
söyle ne yapayım...

şehir hala gri
sana verecek rengim kalmamış
ne yapayım?
söyle ne yapayım...

bir düş kurdum
içine seni de koydum
ama uykum yok
uyuyamıyorum
düşüme seni çağıramıyorum
ne yapayım
söyle ne yapayım...

küt diye kalbime vuruyorsun sevda sözlerini
gelme üzerime
benden yar olamz sana diyorum
nisanım ben
ne yapayım
söyle ne yapayım...

**************************************
Okura Not: Güzel bir mevsim olsun. Benim zamanım ya!

sitemkar




Hepimiz her gün bir çok düşünceyi özgürleştiriyoruz.
Bunu bazen sözle, bazen de yazarak yapıyoruz.
Ben düşüncelerimi özgürleştirmede kalemi kullanmayı daha çok seviyorum.
Uzağa Giden'i yazıyorum.
Burası benim özgür yüzüm.
Yüzüm gölgelensin istemiyorum!

İnsana ait olan herşey gibi düşünce de yerleşik yaşamı seviyor.
Yazı, düşünceyi ete kemiğe bürüyor.
Böylece, izlediğim dünyada bir renk olarak varlığımın farkına varıyorum.
Fark ediliyorum.

Doğrudur, düşünceyi ifade ediş biçimlerimizin hemen hepsi evcilleşmiş değil.
Bazıları hala vahşi yanlarını koruyor.
Zihnimizdeki hemen herşeyin sözcüğe dönüşmesi için daha zaman olduğunu biliyorum.
Bu zamanı yasaklarla savmak istemiyorum.

Ben sadece özgür yüzümü, Uzağa Giden Kadın'ı yazmak istiyorum.

*******

Okura Not: Google'ın ücretsiz blog servisi Blogspot'a erişim Diyarbakır 5. Asliye Ceza Mahkemesi'nin 14.01.2011 tarih ve 2011/156 D iş sayılı kararı ile engellendi. Daha önce de Digitürk'ün şikayeti ile engenlenen Blgospot.com sitesine erişimin engellenmesiyle ilgili Superonline twitter hesabından açıklama yaptı. Superonline'ın açıklamalası; "Blogspot.com, Diyarbakır 5. Asliye Ceza Mahkemesi'nin 14.01.2011 tarih ve 2011/156 D iş sayılı kararına istinaden engellenmiştir. Blogspot.com'un kapatılması mevcut tüm servis sağlayıcılarını kapsayan yasal bir zorunluluktur. "

yarın yeni bir mevsim başlayacak



rafları karıştırıyordum
seni buldum
aşk

hiç yaşanmamış
ya da
hep yaşanmış
gibisinden değil...

önceki zamanlara bir gönderme
ya da
geleceğe kaçış değil
bu buluntu

yeniden...

düşlerin
düşüncelerin
arzuların
tutkuların
özlemlerin
sevişmelerin
kavuşmaların
ayrılışların
aldanmışlıkların
üzerinden geçerek

baharın isyancılığına sığınıp
bir bir soyunmak

acıları
umutsuzlukları
bencillikleri
kimsesizliği

ne güzel bir çıplaklıktır bu!
nasıl da göz kamaştırıyorum
bi bak bana
en son ne zaman gördün beni böyle

dur
bekle
giyineyim kendimi
bir de
üzerime seni

biliyor musun?
yarın yeni bir mevsim başlayacak

şimdi söyle bana
hangi gerçeklik
bu kadar iç yakıcı olabilir
tıpkı ilk defa sevişir gibi

açık çekmece

"Ulan Ankara, ben senin oğlun değil miyim,
Kasketimin altında tepeden tırnağa bozkır,
Gönlümde ıslık ıslık bir türkü çağırır..."  Attila İlhan

"Düzenli, uygar, tarih dolu bir kenttir Ankara... Her semti ayrı bir kişilik taşır. Ünlü şairler, yazarlar bu kentte yaşamış, sorunlarını, düşüncelerini, duygularını paylaşmışlar. Aydınlar, bilimadamları, devlet adamları yetişmiştir. Ve bu kent, hem Millet Meclisi'nin hem Cumhuriyet'in kurulmasına kucak açmıştır." diyor Selim Esen gri şehrimi anlattığı kitabında.

Bir şehir ancak böyle anlatılabilir. Yaşanmışlığın imzası, belki de yazarın her kelimesi. Çevirdiğiniz her sayfada başka bir sokağa girip nefesleniyorsunuz. Yaşamın sessiz tanığı olan bir şehrin hikayesini okuyorsunuz. Bazen bir casusluk macerasının içinde heyecanlanarak, bazen o günlerin siyasi havası içinde memleketten insan manzaralarını seyrederek, bazen de küçük bir çocuk olup bugün sadece oyuncak müzelerinde görebileceğimiz tenekeden arabayı imgeleyerek sayfaları çeviriyorsunuz.

Selim Esen, kitabında sadece anılarını anlatmıyor. Kurgu ya da gerçek "bir dönemi ben yaşadım" diyor. Sizin de "bunları ben yaşadım" demeye cesaretin varsa, bu kitabı okuyum. Ve kendi kaderinizi yazın.



Şimdi... Neşet Ertaş çalınıyor kulağıma.

Cahildim dünyanın rengine kandım
Hayale aldandım boşuna yandım
Seni ilelebet benimsin sandım
Ölürüm sevdiğim zehirim sensin
Evvelim sen oldun ahirim sensin

Bozkırın dikeni bu adam. Kenger gibi dağlıyor sesi ciğerlerimi. Gözlerim gelincik arıyor... Ve hiç bir zaman cevabını alamayacağım o soruyu soruyorum kendime...  "Büyüyünce gelin olur mu gelincik?"

Bazı bazı başımı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum. Bulutlara bakarak saatin kaç olduğunu anlamaya çalışıyorum. Dudaklarımda kaybolmasını istemediğim ince bir gülümseme. Elim uzanıyor çekmeceye, bir sayfa daha açıyorum.

Ve başlıyor 32. Bölüm: Ankara, şiirin başkenti... 

hadi bir cesaret



şu an seninle konuşmaya öyle çok ihtiyacım var ki.

çıkıp gelesim var yanına.

sabah sabah çay içmek seninle…
belki simidinin susamlarını kemirip,
“geri kalanı sen ye” deyip,
herkesin ortasında güpegündüz dudağından bir öpücük çalmak var aklımda.

sonra işe yetişmek için koşmak metroya.
solumak saniyelerce heyecandan.
sırıtarak, dudaklarımdaki sana dokunmak onca kalabalığın içinde.
“hınzır ben!” deyip düşler kurmak,
nasılsa iç sesimi kimse duymuyor deyip, bir düşten öbürüne koşmak.

"susamları yenmiş simidi ne yaptı acaba?" diye düşünmek…
ısırıp bıraktığım simidi kuşlara verdiğini, hatta bir parçasını yediğini düşünmek. 
"benim hala umudum var"
diye mırıldanmak

metrodan inince alel acele telefon açıp “afiyet oldu mu sana?” diye sormak belki…
aklımdan geçenleri sana söylemek bir bir…
üretmek ve çalışmak için ne güzel bir gün diye kulağına fısıldamak.

ama bunların hiç birini yapmayacağım.

neden mi?

hadi bir cesaret sen de koy taşın altına elini...
inadına inadına bağır çağır
ne istediğini

*******************************************************************

benden, biraz biraz...



Memur ıslatan yağıyor ince ince. Pencereden dışarı bakıyorum. Mazhar'a eşlik ediyorum bir yandan da. Şarkı söylemeyeli ne çok olmuş. Biliyor musun bazı şarkılar var ki raki gibi. Fena çarpıyor adamı. Hele tek başına söyleyince... Bu da öyle bir şarkı. Sözlerde kayboluyorum diye düşünürken, ritmin merhametiyle kendime geliyorum. "Benim hala umudum var..." diye mırıldanıyor dudaklarım.

1 dönem 2 kadın'ı okuyorum son üç gündür. Yirmi, bilemedin yirmi beş sayfa kaldı kitabın bitmesine. Ama sonunu görmeyeceğim bu kitabın. Bazı öyküler bitmemeli. Masalsı bir hayatı yaşayan iki kadına selam olsun. Tarihi kadınlar daha çok anlatmalı...

Ve Behzat Ç. Televizyon kumadasıyla barışmama neden oldun ya! Neden çok sevdim seni biliyor musun? Yakındır yazacağım... O kadar bekleyemez misin? Küçük bir ip ucu veriyorum tamam tamam. Nereye gidersen git en güzel şey sahiden Ankara dönmek!

Sırf bunun için zamana direnmeye değmez mi?


gri




"yıllardır kahrımı çekmekten usanıp yorulmayan, cefakar karıma..."
4.5.958 - Orhan Kemal
ve ben
gecikmişte olsam
cemile'yi okuyorum...

bir taraftan da
sevdiğim iki adam söylüyor
eylül akşamı'nı dinliyorum...

pencerede gevrekleri gagalayan güvercinlerle kahvaltı ediyoruz
süte boğulmuş kahvem
erzincan tulumu
ama canım sıkkın
simite
çin susamı döküyorlarmış biliyor muydun?
ondandır belki de ağzımda lokmaların büyümesi
pek iştahım yok
bir şey yiyemiyorum.


gazete okumayacağım bugün
"ben yazdım, bu böyledir..."
edasıyla kalemi kıvıran kahinlerin
kendini doğrulama çabasına
duacı olmayacağım

gözüm kapıda
her an biri gelecekmiş gibi hissediyorum
beklediğim kimse yok oysa

pencereden dışarı bakıyorum
sis yok
ama ben bulanık görüyorum
gökyüzü!
bugün de benim değil misin yoksa?
mavinin kabahati yok azizim
gözlükleri değiştirme zamanı gelmiş geçiyor...

çok şeyi ihmal ettin der gibi boş duruyor pembe vazo
oysa
nergis zamanı
nedendir
daha hiç alıp da koymadım cam kenarına

yüzümde sızlayan bir gülümsemeyle söylüyorum
"belki benim kağıt param bir şekilde döne dolaşa senin cebine girmiştir..."

başka başka dokunuşlar içinden elimi hissedersin
dolmuşa verirken paraya bakıp gülümsersin

ben de hissederim...

kır ağı





saat sabahın 7'si
kaygıyla kulağıma götürdüm telefonu
oysa Sünger Bob Kare Şort'un müziği her zaman gülümsetirdi beni

daha "merhaba" demeden
karşıdan bir ses
çoktan doğmuş olan güneşi
içimde uyandırdı

- çatılara yağmışısın!
- Ilgaz?
- sen çiy değil misin? çatılara bak. hepsinde sen varsın.

perdeyi açtım. her yer kırağı, her yer ben.
güldüm.

gözlerim bacanın kenarında sığınmış, ısınmaya çalışan güvercinlerle takıldı
selamlaştık...

demokrasi neferi sokak lambası hala yerinde duruyor.
bir soluk aldım...

tekir kedi, yalın ayak  bugünkü kısmetinin peşinde.
ya nasip...

tamam gri kent bugün de uyanmış
günaydın

telefondaki ses:

- akşama belki kar yağar. oynarız!
- oynarız...
- başka çocukları sev, oyna ama benim kadar değil tamam mı?
- tamam oğlum.

telefonu kapatınca perdeyi açar Uzağa Giden. bir solukluk, evlerin çatılarına bakar. kırmızının üzerindeki şebnemlere gülümser.

ve bir şarkı söyler "geçse de yolumuz bozkırlardan, denizlere çıkar sokaklar..."


*************************************

Okura not: 

sahi pencereler aydınlığa açılıyor mu?
hep Uğur'lar oluyor çünkü...

umuda şebnem düşüyor mu?
bozkırda hayalin sonu olmadığı öğretildiydi bana. 

yoksa bu da mı masaldı...