Sen bir olaya şahit olduğunu zannedersin. Oysa o olay senin hayatın olmaya gelmiştir. Bu yüzden hep merak etmişimdir gözümün önünde olup bitenler bana ne anlatmak ister diye. Gün içinde yaşadığım olaylardan, aklımda kalanların benle ilgisi olduğu kesin. Çoğu kişinin hiç dikkatini çekmeyen durumlar, benim hayatımda büyük bir yer kaplar. Ve ben her defasında düşünürüm: “Bu neydi şimdi! Sahi bu olay neden benim gözümün önünde cereyan etti?” Geçmişimden bir haber ya da geleceğim konusunda bir uyar mı…
Avuçlarının arasında tutuyor. Bir de başkası almasın diye koynuna doğru saklaması yok mu! Kaçamak bakışları deniz feneri gibi tarıyor etrafı. “Kimsecikler yok. Çok şükür!” bakışıyla birlikte, bir sırıtış kaplıyor ki yüzünü sorma gitsin. Derken açılıyor kolları iki yanında. Zeybek havası tutturacak derken, horon tepiyor namussuz. Rınnn rınnnn… Amaçsızca sağa sola koşturup duruyor. Rınnnnnnnn rınnnnnnnn… Sürdüğü araba değil, uçak mübarek. Yerde değil, havada seyrediyor. Gök mavi, araba mavi. Bildiğim en büyük hapishanenin içinde seyrediyor mavi araba. Uçanı, kaçanı, topraktan güneşe süzüleni, denizin dibinde meşk edeni, güzeli, çirkini, bahtlısını, bahtsızını, delisini, akıllısını mavi bir kapsülün içinde saklayan gökyüzünde kuş misali salınan bir araba. Kim der ona oyuncak diye?
Ne zaman canım sıkılsa, sağ elimle sararım boynumu. Nefesimi ısıtıp, genişletmek isterim boğazımı. Yetmedi mi seni düşürürüm aklıma. “Ailemizi Tanrı seçer, ama arkadaşlarımızı kendimiz…” deyişin çınlar zihnimde. Gülümserim. Mentol tadı kaplar ağzımın içini. Önce buram buram yanarım sonra sıkışmışlık hissinin yerinde yeller eser.
Duruyor birden. Gülücüklerin yerini sağanak şeklinde bastıran hüzün alıyor. Arabanın sağ arka tekeri yok. “Şeytan aldı götürdü, satamadan getirdi…” diye mırıldanıyor bildiği bütün tekerlemeleri dua niyetine. Yok! Teker yok! Göz göze geliyoruz o vakit. Daha iki kelimeyi yan yana getiremiyor ama meramını bedeniyle pek ala anlatıyor. Omuz silkiyorum “ben bir şey bilmiyorum” dercesine. Çocuk konuşamıyor ya benim de dilim lal. Sadece ne yapacak diye bekliyorum. Benim bildiğim çocuklar basar yaygarayı. Anası, dana toplaşır etrafına. Pış da pış… Nerde... Aranıyor bizimkisi. Gözleri fıldır fıldır.
Pazarda seni kaybettiğim gün geldi aklıma. Tükürük köftecisinin önündeydik. Ağzım bir karış açık köfteleri seyretmekten seni, pazarı, okulu, analığımın dırdırlarını unutmuştum. Yarım ekmeği üç lokmada mideme indirdikten sonra ciğerlerim nasıl da yandıydı.”Hadi Elvan içelim, bir oh diyelim” diye sana doğru döndüğümde yoktun. Betim benzim atmış olacak ki köfteci “Dur lan! Az soluklan ağır mı geldi ne oldu?” deyip omzundan kavradıydı. Adamı dinledim yok. Gözlerim telaşla seni aradı, durdu.
Derken masanın üzerinde duran mavi su şişesi kapağına takılıyor gözleri. Vuslata eren sevgili gibi kapıyor kapağı. Evirip, çeviriyor. Olmuyor. Yüzü buruşuyor, seksenlik nine oluveriyor bir anda. Ama pes etmeye niyeti yok. Gözleri nafile taramıyor etrafı. Az evvel gökyüzünde süzülen mavi arabayı sımsıkı kavramış, eksik parçayı tamamlamaya çalışıyor.
Koşmaktan dilim damağıma yapışmıştı. Kahvenin önüne geldim evvela yoksun. Berbere baktım. Bakkala. Okulun bahçesine vardığımda üç beş oğlanla meşin yuvarlağın peşinde olduğunu gördüm. Derin bir “oh!” çektim. Şöyle göz ucuyla baktın bana, hiç pas vermedin. Ürkekçe duvarın dibine çömeldim. Belki yarım saat geçti ama bana seslenmedin. “Kaleye geçsene” diye işaret vermeni bekledim. Orada yokmuşum gibi davrandın. Başka oğlanlarla uzun eşek bile oynadın maçın ortasında. Bense sabırla sıranın bana gelmesini bekledim. Ama… O gün karar verdim futbolu sevmediğime. Hala da öyle. Sorsalar “Fenerliyim” diyorum. Anladığımdan ya da takıma bayıldığımdan falan değil, sadece sen hasta derecesinde sarı laciverdi sevdiğinden.
Küçük simitler! Hepsini birden ağzına tepecek derken, alıp mavi arabaya takıyor teker niyetine. Evet! Oluyor… İşte mavi araba hareket ediyor. Yelkenli mübarek! Süzüm süzüm süzülüyor kendi rüzgarında. Fora fora! Haydi bre yelkenler fora! Az gittik uz gittik, bir arpa boyu yol alacak idik ki tekerlek un ufak… Ayağını yere vuruşu acıtıyor içimi. Canının yanışı yerden kabaran toz gibi. Öfke bu, kendi kendini döven boksör.
Ben sana zihnimi açtıkça, sen bi tuhaflaştın. Salya sümük ağlasam erkekliğe sığmaz. Beni o nedenle defterden siliyorsun derim ama. Analığımın ettiği zulümler mi sana ağır geldi? Oysa birlikte taşıyalım istemedimdi. Kopasıca dilimle içimdeki zehri akıtmaktı derdim. Seni kederime dahil etmek değil. Neticede dertleşemez olduk. Hatta benle yukarı mahallenin fettan kızlarını bile konuşmadın. Zeynep’le öpüştüğünü bile sınıftaki kızlar aralarında fısıldaşırken duydum. Gölgen gibi peşinde dolaştım. Ama desen ya birlikte ne yaptık, ne paylaştık? Verecek cevabım yok.
Yerde sallanan hacıyatmaza takılıyor gözü. Ritmini kaçırmış metronom gibi sallanıyorlar. Hacıyatmaz öne, çocuk geriye. Hacıyatmazın üzerinde rengarenk halkacıklar var. Büyükten küçüğe doğru üst üste dizilmişler. Çömeliyor yere. Hacıyatmaza dokunuyor nazikçe. Sağ eliyle sıkıca tuttuğu mavi arabaya bakıp gülümsüyor “birazdan…” dercesine. Hızla halkaları çıkartıyor. Mavi olanı eline alıp sabırla teker niyetine… Olmuyor. Sonra kırmızı, yeşil, sarı, mor… Görünüşte hepsi teker gibi. Yerleşiyor yuvaya. Sallan yuvarlan hareket ediyor mavi araba. Daha nereye gideceğini bile hesaplayamadan tekersiz kalıyor her seferinde.
Liseye geçince hepten ayrı düştük. O yaz ben postanede çalışırken, sen dere kenarında oğlanlarla rakı, balık yapmışsın. Daha neler neler… Hepsi çalındı bir bir kulağıma. Bir kez olsun gelmedin ziyaretime. Pazarda karşılaştık, berberde hoş beş falan. Sonra yazlık sinemanın kuyruğunda uzaktan “ne haber” dedin kaşınla gözünle. Oysa biz karşılaşınca “gardaşım” der sarılırdık. Ağzından beş tane gardaş çıkardı senin. Aralarında kan bağı olanlar bizim sevgimiz karşısında hasetlerinden çatlardı. Ne oldu da ayrı düştük bilemedim. Senle olan dostluğumuz bittikten sonra çaktırmadım ama çok canım yandı. Sonra bir karar verdim kimseyi kendime yaren bellemedim. Kimseyle köfte yemedim. Elvan içmedim. Ama etrafımı hep kalabalık tuttum. Kimisiyle rakının dibini gördüm. Güldüm eğlendim. Kimisiyle memleketin derdi diye gerildim. Hovardalık bile ettiklerim oldu. Ama bi şey hep eksik kaldığını hissettim.
Bir bir teker yaptığı şeylere baktı ufaklık. Ne eklentileri, ne de eksik haliyle mavi arabanın artık eskisi gibi olamayacağını anladı.
Uzunca düşündüm hayattan tat almamı engelleyen şeyin ne olduğunu. Turfanda bir hayat yaşadığıma karar verdim sonunda. Mevsiminden önce piyasaya sürülmüş, aslının yerini tutmayan eğreti tatlarla hayatla kavga ediyorum.
Bir ıslık tutturdu çocuk. Ardında bıraktığı taklit tekerlere baktı. Yere savurduğu tekmenin ardından yükselen duman bulutunun içinde kayboldu gitti.
“Ben evinden uzakta yalnız bir kovboyum… “
Görsel: Özgür Çakır
2 yorum:
bloglar listesine blogunuz eklendi
http://bloglarlistesi.blogspot.com/2012/06/uzaga-giden-kadn.html
Güzel bir kesit sunulmuş hayattan.
Cümlelerin akıcılığı, göz alıcılığı arasında eriyip gittim.
Bir de, derin düşüncelere salıyor insanı sunulan...
Gerçekten de hayat tam da bu anlatılan gibi değil mi?
Evet!...
hayatın kendisi bu...
Biraz acı, biraz da sera ürünleri gibi, zamanında çıkmadığı için tatsız...
Yorum Gönder