Bugün karşı
apartmanı yıktılar. Köküne kibrit suyu dökmek dedikleri bu olsa gerek. Yirmi
iki katlı bina, bir dakika içinde gözlerimin önünde kum ve çakıl yığınına
dönüştü. Eskiden olsa ellerinde balyoz, sekiz on işçi haftalarca bir binayı
yıkmak için debelenip dururdu. Olmadı kepçe, dozer gelirdi yardımlarına. Şimdi
öyle mi?
Gözümü
kırpmadan izledim olanı biteni. Binanın yıkılmasının üzerinden saatler geçti
ama hiç ayrılmadım pencereden. Hayal perdesini kurdum, önümde duran boşluğa.
Kocaman binanın katman katman çöküşünü, sonunda temeline gömülmesini defalarca
izledim. Sonra yeniden kat kat çıktım. Yirmi ikinci kata gelince soluk
soluğa… “Nerede olduğun, ne olduğunu değiştirmiyor azizim…” deyip tepetakla
olmuş yıkıntıya baktım.
Birkaç kez kız
kardeşim yanıma geldi. “Ne tuhaf kızsın Azize. Üzülme yerine hemen yenisini
dikerler. Hiçbir şey yeri doldurulmaz değildir. Hatta öyle güzelini yaparlar ki
kimse eskisini anımsamaz. Bir tek senin gibi anı biriktirenler hayıflanır.”
gibisinden bir sürü cümle sıraladı. Sözleri bir kulağımdan girdi, öbüründen
çıkarken gülümsetti.
Yirmi iki kat
ne demekti! O bina yapıldığında ortaokula gidiyordum. Hemen her gün yürüdüğüm
yolda büyüyüp, yükselen bir binanın olması tuhaf geliyordu bana. Hamile bir
kadının gün be gün şişen karnına benziyordu apartman. Ortaya nasıl bir şeyin
çıkacağını düşünmeden edemiyordum. Anne karnında her gün bir organ
biçimleniyor, insanın atası çocuk şekillenince de doğuyordu. Bu bina da benim
için doğacak bir çocuktu. Ellerini merak eder ya anneler tam mı diye sayarlar
ya yeni doğan bebeğin… Ben merdivenleri, balkonları düşünüyordum. Bebeğin
saçını, gözünü hayal etmek gibi geliyordu bana binanın rengini, biçimini
düşünmek. Boylu postlu bir çocuk olacaktı bina. En üst kattan aşağıya
bakıldığında, kim bilir nasıl görünecekti insanlar. Hiç uçağa binmemiş belki de
ömrü hayatında hiç binemeyecek olan bizler en üst katta çıkıp kim bilir ne
düşler kuracaktık.
Okul dönüşünde
kocaman ve koyu harflerle yazılmış “inşaata girmek tehlikeli ve yasaktır” levhasının önünde durup
dinlenirdim. Çaktırmadan içeride olan bitene bakardım. Bekçinin “Kızıııııııım! Oğlan
mısın sen? Ne diye her gün gelip bakıyorsun buraya? İşçilere mi bakıyorsun sen? Koca mı arıyorsun yoksa?”
dediği günü hiç unutmuyorum. Ne kadar da utanmıştım. Yarım elma gönül alma
memelerim bu ayırımcılık karşısında daha bir küçülmüştü. İlk defa o gün kavga
etmiştim kızlığımla. Ben sadece gün geçtikçe bir bebek gibi büyüyen binayı
görmek istiyordum.
Bekçi bana
söylenirken, sokaktan tek tük geçen insanların etrafımı sardığını fark
ediyordum. İçlerindeki bir kadın çekiyor dikkatimi. Göz aşinalığım var. Bizim
eve yakın oturuyor. Manavda, kasapta karşılaştığımızda annemle selamlaşırlar.
Ama konuştuklarını hiç görmedim. Hakkımda kim bilir ne düşünmüştür. Annemi ilk
gördüğünde anlatır belki olanı biteni. Oysa ben hiç anlatmam başıma gelenleri.
Bilip, içlensin istemem annem. Kalabalığı ve bekçiyi ardımda bırakıp eve
dönüşümü anımsıyorum. Hırsız sessizliğinde eve girip, üzerimde ne var ne yoksa
çıkartıp yorganın altına saklanmıştım.
Tenim alev alev yanıyordu. Bedenimi hissettikçe, yüreğimin yangını
yüzümü kızartıyordu. “Ne kocası…” diye inleyip durdum. Dişlerimi sıktım. Yumdum
gözlerimi. Bina, bekçi, komşu kadın, mahalleli bir bir geçti gözümün önünden.
Onlara cevap veremediğim için kızgındım kendime. Aslında suskunluğum olanı
biteni kabullenişimden çok etrafımdakileri dilsizleştirmek istememdendi. Ama başaramadım. Çatal diller soktukça soktu
beni.
Akşam
yemeğinde masaya oturduğumda evin iyi çocuğu olup, canımı sıkan konu hakkında
kimseye renk vermedim. Sevmediğim biber dolmalarını “harika, harika” diyerek
mideme indirdim. Evdekilerin içini yiyip, dışını tabağının kenarına ittiği
dolmaları yutarken annemin minnet dolu bakışları hala içimi titretir. Ne de
olsa biz anne kız değil, iki arkadaşız. İnsan arkadaşı için çiğ tavuk bile yer,
değil mi? Oysa sadece anne kız olsaydık, o zaman sevmediğim pek çok şeyi yemek
zorunda kalmazdım.
“Azize sen
delirdin mi?” diyor Meliha. Kız kardeşim. İyi geçindiğimiz pek söylenemez.
Yaşıtları çoktan evlenip çoluğa çocuğa kavuştu. Meliha şöyle zengin, görmüş
geçirmiş bir aileye kapak atamadı ya içi içini yiyor. Kendisini iyi hissetmek
için evde kalmışlığını bana yüklüyor. “Evde abla dururken, küçük kız mı
evlenirmiş? Ne ayıp!” Bu tavırlarına gönül koymuyorum. Aksine, onun küçücük
dünyasının içinde yer aldığım, hüzünlenmesini azalttığım için mutluyum. Onun
kısmetsizliğinin, bu makûs talihinin tek nedeni olma gibi bir görevim var. Hani
bana bir şey olsa, tek başına bu hayatın yükünü nasıl çeker acaba? Sıska
bedenini, çatık kaşını, geniş alnına düşen seyrek perçemlerini, ölçüsüz dilini,
lezzetsiz elini… Nasıl biri olduğunu gölgelemek için beni kendine siper
etmesini umursamıyorum. Hayatımız böyle bizim. Ben bunu kabullendim. Bazen
“herkes böyle mi?” diye düşünüyorum. Televizyonda gördüklerimin kandırmaca
olduğunu biliyorum. Fişi çekince herkes, her şey kendi dünyasına göçüyor.
“Nasıl bir toplum düşlüyorsan, öyle bir aile kur!” masalı da suya düşüyor. Peki
ya kitaplarda yazılanlar? Onlar da mı sahte… Düşünmek de bilmek de istemiyorum.
Hava
kararıyor. Hala pencerenin önündeyim. Sofrayı bin bir naz, eda ile kuruyor
Meliha. Ölünün üzerini örter gibi yayıyor beyaz örtüyü toprak rengi masaya.
Meliha yürüdükçe gıcırdayan parkeyi, tabakların masa örtüsüne sürtündüğünde
çıkardığı hışırtıyı işitebiliyorum. Bardakları çat çat masaya vurmasıyla,
sofraya oturma zamanının geldiğini anlıyorum. Son on yıldır olduğu gibi annemin
ve babamın oturduğu sandalyeler boş. Ben de yerinde yeller esen yirmi iki katlı
binanın tam karşısındaki sandalyeme kuruluyorum. Meliha yanı başımda oturuyor.
“Göz göze gelmeyelim diye mi böyle oturuyoruz?” diye düşünmeden edemiyorum. Hiç
konuşmuyoruz yemek yerken. Çatal kaşık sesleri yüreğimde yankılanıyor. Hani
boğazımda bir şey dursa, Meliha bana su vermeyecekmiş gibi geliyor.
Bugün yıkılan
yirmi iki katlı bina gözümün önünde beliriyor. Onca yıllık bina böyle bir
dakikada yıkılmasaydı keşke. Ve biz Meliha… Keşke böyle olmasaydık. Aynı evin
içinde yaşama teğet geçen iki kız kardeş… Nedir bunun sebebi? Ben çok
düşünüyorum. Benim ketumluğum mu? Duygularıma gem vurup, hep başkalarının
istediği gibi davranmam mı? Yoksa senin kendinle ilgili tasaların, başkalarının
gözünde nasıl bir yerin olduğuna dair yersiz saplantıların mı?
Televizyonu
açıyor Meliha. Haber bülteni saati… İngiltere’de işlevini tamamlayan bir
reaktörü yıkıyorlar. Üç kule birkaç saniye içinde toz bulutuna dönüşüyor.
Nedense uzun bir boruya benzeyen dördüncü kule ayakta kalıyor. Ben çatık
kaşlarla televizyona bakarken, elinde tencere ayakta duruyor Meliha. Gözleri
hiç görmediğimce parlak. Sanki birazdan bu evden çıkıp gidecekmiş gibi. Daha
bir dikkatle bakıyor televizyona. “Üçü yıkıldı ama şu kule… Herhalde ona
dinamit yerleştirmeyi unuttular…” diyerek gevrek gevrek gülüyor. Soluğu
kesiliyor o anda. Tencere bir yanda, Meliha öte yanda. Yerle yeksan olanların ardından, son kule de
yıkılıyor…
Fotoğraf: Özgür Çakır
3 yorum:
Kaç paragraf, kaç cümle ya da kaç olguya yorum yapmalı bilmiyorum.
İyi kurgu demeye çekinecek kadar sahici...
Okunması gerekecek kadar kurgu...
Okuyabilene ve anlayana.
Eline sağlık.
Apartmana bakmak ve koca aramak? Bu nasıl bir bağlantı beya. O bekçiyi tanımak isterdim. Gerçi çoktan öteki yerde ki adresi bulmuştur.:)
Yorum Gönder