Kocaman
kadınlar çocukluklarında en sevdiği oyuncağın ne olduğunu anlatıyorlar
birbirlerine. Dudağımda ince bir alay havası, çaktırmadan dinliyorum onları.
Bir ara bana bakıyorlar. Neyse ki masadaki evrakları düzeltiyorum, iş olsun
diye. Nasıl bir tavır takındıysam yüzüme, “çok meşgul!” olduğumu düşünüp
seslenmiyorlar. Derin bir soluk alıyorum. Anımsadığım bir oyuncağım yok çünkü.
Belleğimdeki
tek iz, oyuncakçı dükkânlarının önünden geçerken vitrine hiç bakmadığım. Hani
içlerinden birini beğenirsem… Ve bunu bizimkiler fark ederse… Alamadığımız için
üzülürler. Yol boyu tırıs tırıs yürüdüğümü anımsıyorum. Annemin eline yapıştığımı, sıcaklanınca tek
başıma takıldığımı…
Annemle el ele
yürüyemez yaşa geldiğimde ise pastanelerin vitrinlerine bakamaz olduğum geliyor
aklıma. Hala da bakamıyorum. Neden düşünüyorum şimdi bunları? Bilmiyorum.
Başımı kaldırıp arkadaşlarıma bakıyorum. Sohbet koyu. Beni fark etmeleri mümkün
değil. Kütüphanenin cam dolabına takılıyor gözüm. Birkaç kitabın adını, yazar
isimlerini hızla okuyorum. Sonra cama yansıyan aksime bakıyorum. Elbisemi
aşağıya doğru çekiştirip, kaşlarımı yukarı kaldırıyorum. Gözümün önünden
çilekli, muzlu pastalar geçiyor. Hele o piramit yok mu… Sağından soluna
dönemeyen, her yerinden et fışkıran babaannem beliriveriyor karşımda. İştahla
bir kaçını ağzına atışını seyrediyorum. Yutkunup, masanın üzerindeki kâğıtlara
uzanıyorum. Hepsini bir avazda derleyip, topluyorum.
Babaannem
öldüğünde içine sığacağı bir tabut bulamadılardı. Şişip, yatağında patlayacak
diye çok korkmuştum. Neyse ki öyle olmadı. Babam bir tabut yaptırdı. Birkaç
komşu, güç bela taşıdılar da toprağa kavuştu kadıncağız. O günden sonra ağzıma
tek lokma tatlı koymadım. Evdekiler babaanneme sevgimden dilimi tatlıdan
kestiğime inandılar. Oysa babaanneme benzeyeceğim diye aklım çıkardı. Kremalı
pastaların içimde büyüyen yağ tohumları olduğunu, gün gelip patlayıp beni yok
edeceklerini düşündüm ergenliğim boyunca. Oyuncakçılardan sonra pastaneleri ve
pastaları da sildim gözümden.
Hepsinin ne
çok oyuncağı varmış. Anlata anlata bitiremediler. Masamın üstünde düzeltecek
yeterince kâğıt kalmadığından, kendimi bir dosyanın içine gömüyorum. Okur
numarası yapıyorum. Tıpkı liseye geçtiğim yazda ki gibi. Evde sessizlik hakim.
Masada sabah akşam duran ince belli de çay yerine rakı babamın vazgeçilmezi
oluyor. Soframızın tadı tuz. Annem sürekli
ağlıyor. Ölen falan yok. Sadece ablam fırıncının hayta çırağı Zülfikar’a kaçtı
o yaz. Kaçması da gerekliydi. Ne yapacaktı bizim evde. Bir maça kızıydı ablam. Nazım’ın
dediği gibi, memelerini dayar balkona akşamı seyrederlerdi piyasa vakti.
Ortalıkta kediler… Bakkal, manav, kasap hep ona bakar, annem azarlar. Yine de
geri durmadı aklına koyduğunu yapmaktan ablam. Kaçtı Zülfikar’a. Babam en çok
kaçmasına mı kızdı yoksa Zülfikar’ın alevi olmasına mı bozuldu bilemedim. Ablam
ne kadar maça kızıysa, babam da o kadar sinek papazıydı. Her sabah Eyüp Sabri
sürmeden işe gitmezdi. Eve gelince ses istemez, köşesine çekilip kitap okur,
bazı bazı radyo dinlerdi. Ablam giderken bizim evden sesi de götürdü. Çünkü
şarkılar hep onu söyledi. Oyuncakçılardan, pastanelerden sonra meşk haneleri de
sildim gözümden.
Konuşup, gülen
arkadaşlarıma bakıyorum. İçimi bir öfke kaplıyor. Kendimi bakan körlüğe tutsak
ettiğimi kimse bilmeyecekti. Kimse içimde zerdali çekirdeği gibi taşlaşan
yaralarıma merhem sürmeyecekti. Ve ben sorun çıkmasın diye kendi isteklerimi
erteleyecek ya da görmezden gelecektim. Oturduğum yerde içimi korku kapladı.
Ellerim buz kesti. Arkadaşlarıma olan öfkem giderek artıyordu. Eğer onlar
çocukluğumuzdaki en sevdiğimi oyuncağı konuşmasalardı bunların hiçbiri
gelemeyecekti aklıma. Hepsini silmek üzereyken o soru… “Sen de çocukken körebe
oynar mıydın Sevgi?”
Fotoğraf: Özgür Çakır
2 yorum:
Takdire şayan...
başarılı,
Yorum Gönder