Saatimin pili bitmiş. Sanki biri
ya da bir şey ölmüş gibi; insan, kuş, kedi, çiçek… Bir tek o bundan etkilenmiş.
Saatim durmuş ama dünya dönmeye devam ediyor. Üst komşu hala gürültücü,
ödenmesi gereken faturalar boylu boyunca masanın üstünü kaplamış, insanlar bir
yerden öbürüne yetişme telaşında ve ben kalkıp işe gitmek zorundayım. Oysa
saatimin pili bitmiş. Ben dâhil kimse bunu fark etmemiş. Bir tek saatim kendi
varlığından haberdar ya da varlıksızlığından.
Dün durmuş, tam 5’e 20 kala. O vakitlerde ben bir başıma
sinemada oturmuş bundan sonraki sıkıcı hayatımın nasıl geçeceğini düşünüyor,
aslında evrenden habersiz planlar yaptığımı sanıyordum. Oysa içimden geçen ya
da geçmeyen her şeyi kara delik misali bilir bu evren. Kurguladığım tüm kehanetlerimi
doğrular. Ne düşünüyorsam o olduğumu fısıldar bana. Bunun için saatlerce yoga
vs yapmama ya da nirvanaya erip tekrar dünyada dolaşmama gerek yok. Dün saat
5’e 20 kala, dalga geçtiğim evrene yolladığım mesajları düşünerek aslında
bahtsızlığımı yüzüme yüzüme vuran filmle içlenirken durmuş saatim. Kim dayanır ki
bu hüzne. Durmuş işte. Zaman durmuş. Zaman durduran hüzünlerim var benim.
Hüzünlerim bir de beni durdurabilse.
Duran saatim kadar cesaretim var
mı ki? Durabilir miydim ben de? Ne olurdu acaba bir an durabilseydim. Etrafımda
her şey akıp gitmeye devam etseydi de ben dursaydım. Tıpkı o masaldaki gibi.
Gittiğim terapi grubunda çocukken
okuduğumuz ya da anlatılan masalların anımsanan ve unutulan yanlarının
yaşantılarımızla ilgili olduğunu söyledi terapist. Ben masalları başından
sonuna kadar anımsarım. Çünkü benim derdim unutamamak. Aslında başkarakterleri
unutmak isterim. Yan karakterler bana daha cazip gelir. Sekiz çocuklu evin,
beşincisi olunca belki insanın başkarakter olmaya fırsatı olmuyordur diye bir
yorum yaparak iç döküntülerimi biraz olsun sessizleştirebiliyorum şimdilerde. Hem ne o öyle her şeyin başkarakter etrafında
dönmesi. Oysa hayat çok katmanlı. Bu
lafa sinir oluyorum ama bak yeri geldiğinde ne güzel de duruyor satır arasında.
Oysa daha küçükken söz verdimdi kendime sırf güzel duruyor diye bir şeyleri
yapmamaya.
Neyse… İyi ki son zamanlarda
televizyon dizilerinde yan karakterlerin hayatları gündeme geldi. Ama hep aşçı,
hizmetçi, uşak. Oysa ben gibi yan karakterlerinde güzel bir hayatı olabilir. Buna
kendim bile inanmasam da söyleyebilmem bile önemli bir adım. Çünkü çok çok
küçükken inanmadığım hiçbir şeyi söylememeye söz vermişti. Yahu benim
küçüklüğüm hep bir şeylere söz vererek geçmiş. Ne zaman yaşadım hiç bilemedim
vallahi.
Saatimin durmuş olması günlük
hayatımın ritmini bozdu. Derhal ona pil taktırmam gerektiği için düştüm
yollara. Bir an her şeyin durduğunu hayal etmek istedim. Yapamadım. Ne mümkün.
Sanki saatimin durduğunu herkes duymuş yolda üç kişi sırf nispet olsun diye “saat
kaç?” diye sordu. Oysa şehrin her yerine kazulet misali saatler dikildi. Cep
telefonu var. Saatime baktım sitemkâr. Durdun da halt ettin sanki. Aklıma o
masal geldi niyeyse. Terapi grubunda anlatacak bir şey çıktı diye sevindim. Uyuyan
Güzel. Bırakmadılardı ki kız bir başına uyusun. Herkesi uyuttulardı. Sonra hep
bir öpücükle her şeyin düzeldiği o masallardan birini daha anımsadım. İnsan
öpülmekten kaçınıyor ama bir öpülüyorsun duran hayatın değişiveriyor. Bir
öpücük uğruna ne hayatlar bekleşiyor ya Rab.
Yoruldum kendi sesimden, kendimi
duymaktan. Birazda başları anlatsın bana beni ve kulağım yabancı sesleri keşfetsin.
Yol boyu sesleri dinledim. Kulağım bir saatin tik taklarını aradı. Böylece
zamanın hala bir yerlerde işlediğini bilecektim. Tik takların zamana uyum
gösteren seslerini sağır etti kulağımı. Yol boyu insanların hırslarını,
avuntularını, iniltilerini, sinirlerini duydum. Yani zaman durmamış kendi
bildiğince akmaya devam ediyordu. Bir tek benim saatim yaramazlık yapmış,
zamana çelme takmıştı. Buna kızan zaman onu oyun dışı bırakmıştı. Son 27 saattir öylece kala kalmıştı ortada
saatim. Onun bu yalnızlığı, işe yaramazlığı içimdeki kaygıları kamçılıyordu.
Adımlarımı hızlandırdım. Sonunda saatçiye geldim.
Kapıyı açtım. Eski bir dükkân
burası. Antikacı misali içeride daha önce hiç tanış olmadığım onlarca şey var.
Gözlerim guguklu saat arıyor. Ama burada yok. İçeride hacı yağı ve metal kokusu
birbirine karışmış. Loş ışıkta acabası. Başımı kaldırdığımda göz göze
geliyoruz. Hulusi Kentmen’e benzeyen bir adam saatçi. Tatlı sert. Dudakları
bıyıklarının altında kaybolmuş. “Yaşlı erkekler neden göbeklerine kadar
çektikleri pantolonlar giyer?” sorusu yine beliriyor aklımda. Başımla selam
veriyorum. Cebimden çıkardığım saatimi gösteriyorum. Birkaç müşteri daha var
içeride. “Az bekle” bakışıyla selamlıyor beni saatçinin gözleri. Sıranın bana
gelmesini bekliyorum.
İçeride durmuş bir sürü saat
olduğunu fark ediyorum. Desene birçok kişinin zamanı durmuş. Nedense bu düşünce
beni hafifletiyor. Dükkân boşalasıya kadar o saat senin, bu saat benim zamanda
yolculuk ediyorum. Derken “hanım kızım…” sesi sıranın bana geldiğini söylüyor.
Saatimi uzatıyorum. Avucunun
içine alıp bakıyor önce birkaç saniye. Başını kaldırıp bana bakıyor. “Oldukça
eski…” diyor. “Annemindi. Ona da annesi vermiş. Anneanneme kimden kalmış ya da
nereden almış bilmiyorum” diyorum tüm soruları bir anda savuşturmak için. İnce
uçlu tornavidasıyla nazikçe arka kapağını acarken saatimin, ikimizde geçmişteki
yolculuğumuza devam ediyoruz. Ne zaman pillerin değiştiğinin yazıldığı küçük
not kâğıdı görünce yüzüme bakıyor ve mırıldanıyor “iyi dayanmış…”
Zaman dayanır mı? Zaman acıtır. O
hâkimdir. Hüküm verir, ona göre yaşar gidersin. Uyandığımda bugün günaymasın
diyebiliyor muyum? Büyümek istemedimdi de bak on ikime gelmeden kuşburnu gibi
dökülmeye başlamıştı memelerim. Şimdi gerdanımı süsleyen ince çizgilerle olan
savaşımı düşünüyorum. İyi dayanmışmış. Vallahi Hulusi Kentmen’e benzemesen
sorardım ben sana. Kaşlarım çatılmış ki “n’oldu?” bakışlarıyla kendime gelip,
derin bir nefes alıp gevşiyorum. “İçine pilin civası akmış” diyor saat
tamircisi. Haznesi dolmuş. “İyi dayanan zaman işte böyle izler bırakır mı?”
diye küçümser bir gülücük geçiyor dudaklarımdan. “Biraz zaman alır bunu tamir
etmek, dilerseniz akşama gelip alın…” .“Peki, akşam olduğunu nereden
bileceğim?” diye bir şeyler dökülüyor ağzımdan. “Ezan sesinden ölç zamanı…”
diye matrak bir ses çalınıyor kulağıma. Hangi filmde gördümdü ben bu adamı. “Çocuğum
sen hiç dışarıda oynamadın mı? Akşam ezanıyla eve girilir. O vakit gün gecenin
koynuna girer, sokaklara kurtlar, kuşlar iner.” Tamirci, “o eskidendi, çok
eskiden…” gülüşünü yerleştiriyor yüzüne. Hala hangi filmde gördüğümü
anımsayamadığım adam “bir çay söyle ahretlik, şöyle tavşankanı olsun” diyor.
Tamirci başını kaldırıyor “göz açıp kapayıncaya kadar akşam olur dertlenme
kızım.” deyip kapıya yöneliyor “Saniye Hanım kızım bize iki demli çay.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder