Parmaklarımın ucundan kayıp
gitti: Şans…
İnsan göz göre kaderini tuzla buz
eder mi? Eder.
Hikâyemiz bundan bir yıl
öncesinde başlıyor. “Öğlen ne yedin?”
deseniz bir çırpıda sıralayamam ama bir yıl öncesinde olup bitenleri an gibi
anımsıyorum. Tıpkı bir filmi izler gibi. Hani başkarakter geçmişten ne zaman
söz edilecek olsa görüntü dalgalanır ve birden kendimizi o anın içinde buluruz
ya, uzuncadır ben öyle yaşıyorum.
Neyse uzatmayayım. O zamanlar kadınların
egemen olduğu bir büroda çalışıyorum. Herkesle güler yüzlü bir ilişkim var. Biri
haricinde hepsi aklına olta atan dertlerini gelir bana anlatır. Süper çözüm
önerileri sunduğumdan değil, kör kuyu misali anlattıklarını başından sonuna
soluksuz dinlediğimden benimle konuşurlar. Bu yüzden, adım büroda “Balkon Hanım”a çıktı. “Bir yerde oturup seninle etrafa, kendimize
bakmak iyi geliyor.” diyor kızlar. Ve Balkon Hanım sefaları başlıyor… Aslında
hepsinin tasası aynı. Ve görüyorum ki insanlar iyi şeyleri kendilerine
saklayıp, can sıkıcı olanları ise yaşamın düğümü haline getirip paylaşıyorlar.
Olan biten hep aynı. Sonuç olarak teğet geçen hayatlar bürosunda, gül gibi
geçinip gidiyoruz.
Günler günleri kovalıyor. Yaşamın
uzun kollularının giyilmeye başladığı zamanlar gelip çatıyor. Kar, kış var diye balkon sefaları bitmiyor
elbet. Mevsim değişse de, dertler baki… Derken senenin son günü gelip çatıyor. Büroda
yeni heyecanlar. Malum takvimler değişirken, kaderlerinde değişeceğine inanılıyor.
Ve parti başlıyor. Abur cuburla donatılmış masa bir gün sonra başlanacak
diyetlerin habercisi gibi. O gün kadınlığımızı kırmızı donlarla donatırken, ruhlarımızı
da birbirimize aldığımız küçük armağanlarla taçlandırıyoruz. Yılbaşından çok
kaderbaşını yaşıyoruz sanki. Açtığımız her paket, yaşanmamış yıldan alınmış ilk
ganimet gibi. Necla’dan kitap, Serpil’den mum, Ömür’den şal kazanıyorum. Ve
sıra Leyla’ya geliyor.
Leyla… Hafif etine dolgun, esmer
bir kadın. Cildi pürüzsüz. Yüzü yontu bir kadın kadar güzel. Gözleri badem
irisi. Yüzü ne kadar çekiciyse, dili bir o kadar itici. Ağzını her açtığında,
bedenimin değişik yerleri karıncalanıyor. Leyla… Yüzüme bakıyor birkaç saniye.
Ama burada çalıştığımızdan daha uzun bir bakışma sanki yaşadığım. İçimi görüyor
sanki. Üşüyorum. Sarıyorum hırkamla kendimi. İnce bir manevrayla yaklaşıyor
masaya, kalan son armağan paketini usulca alıyor. Zanlımca içinde kırılacak bir
hazine var.
Leyla… Aramız gergin. “Neden
böyle?” diye düşünüyorum ama geçerli bir mazeret bulamıyorum. İlk günden
yıldızımızın barışmadığı belli. Aramızda hır gür yok. Birbirimize karşı
mesafeli ve bir o kadar da nezaketliyiz. Öyle ki her an yüzümüzden akıp gidecek
olan plastik gülümsememiz, sonunda birimizin nakavt olacağı bir dövüşün
habercisi gibi. Zaman zaman ipleri ele alıyor. Görünmez bir yular takılıyor
boynuma. Ben debelendikçe o duruşuyla, bakışıyla kamçılıyor beni. O vakitlerde
ben daha bir sessizleşiyorum. Kendimi işe veriyorum. Beni istediği noktaya
getiremediğinde öfkeleniyor. Bu yaşadıklarımızı kimsenin ruhu duymuyor. Sinsiliğin
bile bir asaleti varmış ki bunu Leyla’dan öğreniyorum.
Leyla… “Hepimize tek bir armağan
aldım. Haydi, bunu balkonda açalım” diyor. Kendimizi bir anda balkonda
buluveriyoruz. Soğuk falan işlemiyor hiçbirimize. Şekere üşüşen karıncalara
benziyor pakete ulaşan ellerimiz. Hazineye ulaşmak için var gücümüzle
yırtıyoruz paket kâğıdını. Çıka çıka fincan
takımı çıkıyor o süslü paketten. Kimse bozuntuya vermiyor, öylece kutuya
bakıyoruz. Leyla kinayeli bir şekilde “Balkonda
kahve içmeyi seviyoruz ya onun için aldım” diyor. “Demek Leyla balkonda kahve
içmeyi seviyormuş” diye düşünüyorum. Ağzımı açıp bir şey söylememe fırsat
vermeden devam ediyor konuşmaya Leyla. “Hepsinin içine de not yazdım. Bakalım
kime hangi fincan çıkacak?” deyip sırıtıyor. Ömür atlıyor karton kutunun
kapağını bir çırpıda açıyor ve hemen aşk fincanını kapıyor. Elleri havada
bildik şarkıyı tutturuyor. “Tanrım tek başına koyma kullarını, yalnızlığa
ancak…” Kahkahalarımız sokağı inletecek cinsten. Sesimiz tüm evreni kaplıyor. Öyle
ki yoldan geçen gençler ellerindeki deki içeceklerini havaya kaldırıp bizi
selamlıyor. Necla çok istediği sağlığına kavuşuyor. Serpil hep paracıydı zaten.
Leyla’da başarıyı kapıyor. Bana da şans kalıyor. Herkes pek bir mutlu. Leyla’ya
teşekkürün biri bin. Fincanım hala kutusunda. Şans… O sırada kızlar içeri
giriyor. Tek başıma balkondan kenti seyre dalıyorum.
Az önceki kahkahaların yerini
alan sessizlik içten içe kulaklarımı kemiriyor. Bu balkonda şahitlik ettiğim
tüm konuşmalar sanki uyanıyor. Yanı başıma baksam yitik sevdaları, ederinden
eksiğine bozdurulmuş altınları, hüznün tende açtığı yaraları göreceğim. Uzağa
bakıyorum. Balkonun beni yutmasına izin vermiyorum. İçeriden sesleniyor Leyla
“fincanını al da gel kahve yapıyoruz…” Gülümsüyorum. Sahi Leyla beni çağıyor. Üstelik
beni balkondan yanına çağırıyor.
Fincanımı elime alır almaz sert
bir rüzgâr esiyor, dengemi kaybediyorum. Şans fincanım elimden fırlıyor, havada
daireler çizdikten sonra ayaklarımın dibine düşüyor. Koşup geliyor kızlar.
Kulplu kısım Leyla’nın ayaklarının dibinde öylece bana bakıyor.
Görsel: Marc Chagall
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder