UÇURTMA

Durup dururken, nereden çıktığını anlamadığım bir uçurtma karşı evin önünü çevreleyen tele kondu. Kuş misali. Biraz bekledim. Nasılsa çocuğun biri kan ter içinde gelir, serzenişler eşliğinde alır gider uçurtmasını diye düşündüm. Güneş gölgelendi. Gelen giden olmadı.  Uçurtma bir başına tele asılı kaldı.

Arabalar geldi geçti kıyısından, evvel kıpırdamadı. Sonra bu yapay esinti kuyruğunu havalandırır gibi oldu. Ama nafile… Çakıldı kaldı oraya uçurtma. Çoluk çocuk gelip geçti önünden. Tuhaftır bir kez olsun dönüp bakmadılar ona. Bir ara sesleneyim dedim çocuklara, nedense tuttum kendimi. Derin bir nefes aldım. “Boş boş dışarıya bakmak olmaz!” diye geçirdim içimden. Kovaya su koydum, aldım elime bezi başladım camı çerçeveyi silmeye. Gözüm uçurtmanın üzerinde. Daireler çizdim pencerede. Sonra elimin hareketi değişti. Baktım düpedüz uçurtma çiziyorum cama. “Uç uç uçurtma, çiy tanesi sana öyküler yazacak…” 

Derken iki büklüm bir nine bastonuna tutuna tutuna, sürüklediği pazar çantasıyla önünde nefeslendi uçurtmanın. Kuyruğu gölgelik yaptı kadına uçurtmanın, hatta biraz da yelpaze kıvamında serinlik. Dokundu tenine belli belirsiz. “Yüzünde mi nasır tuttu be ninecik? İnsan bir burnunu kaşır! Sinek, böcek değil ki sana dokunan. Koskocaman bir uçurtma!..” Öylece kala kaldı yaşlı kadın uçurtmanın yanı başında. “Yaşlandıkça hassasiyet azalır” derlerdi de inanmazdım. Ninenin yüzündeki çizgilerle, uçurtmanın kuyruğu birbirine karıştı. Güngörmüşlüğün emaresi belki de tepkisizlik. Nine yola koyuldu. Pencereye çizdiğim uçurtma göğe…

Ağzımda buruk erik kurusu tadı. Yeniden camı silmeye koyuldum. Gözüm uçurtmanın üzerinde. “Tamamdır. Oldu bu iş. Şimdi kurtuldu uçurtma” diyorum. Beş, altı yaşlarında bir oğlan çocuğu sekerek yolda ilerliyor çünkü. Durdu. Gördü mü ne uçurtmayı. Bıraktım pencereyi silmeyi. Elimdeki bezi ne kadar sıktımsa, sular damladı bir bir çıplak ayağıma. İçim bir hoş oldu, omuzlarım kendiliğinden başıma kadar yükseldi. Dilimde kaysımış limon tadı. Parmak ucunda yükseliyor afacan. İçim cız etti. Alacak şimdi uçurtmayı… Ne olduysa o an oldu. Düştü çocuk. Onunla birlikte, yarısını yalayıp yuttuğu dondurması da yeri öptü. Valla gözüm yoktu! Nazarım değmez benim. Gel de bunu anlat penceredeki uçurtmaya. Rüzgâr hızla kesildi. Yerlerde kuyruğu. Canın yanacak kalksana ayağa. Şimdi biri kuyruğuna basacak. Kuyruksuz uçamazsın ki! Annesi geldi bir avaz da kaldırdı çocuğu, patadanak bastı tokadı. Salya sümük, ağıt gırla. Uçurtma baka kaldı onlara. Kuyruk ter ter tepiniyor. Annenin etrafını sarıyor. Girdabın içinde kaldı kadın derken… Sürüklenerek evin yolunu tutan çocuğun hıçkırıkları geliyor kulağıma.

Gelene geçene bakmaya devam ediyorum. Yeni yetmelere, maça kızlarına, kocamışlara, simitçiye, hurdacıya, işten eve dönenlere... Herkes kendi havasında. Kimsecikler görmüyor uçurtmayı.  Nasıl olur anlamıyorum. İnsan burçak tarlasının ortasında gibidir bir uçurtmanın yanında. İçini boşaltırsın ipin ucundan göğe. Nasıl da hafiflersin. Akıl, yürek rüzgâr dolar. Kanatsız uçuverdim sanırsın. O vakit kuş bakışı hayat başını döndürür. Uçanı, kaçanı, topraktan güneşe süzüleni, denizin dibinde meşk edeni, cücesi, devesi, kanatlısı, tüylüsü, güzeli, çirkini… Gidilecek ne çok yer varmış, dinlenecek bir o kadar da insan… Dünyan küçülür gözlerinde. Dellenirsin, bırakıverirsin ipini. Çünkü bilirsin ki sen hiç bir zaman bir uçurtma olamayacaksın. Bizim sokaktan geçenler çoktan bırakmışlar ipin ucunu. Başları önlerinde, suratlar asık. Her biri teldeki uçurtma misali…

Sokak dolup boşalıyor. Güdüzcüler geceyi evlerinde söndürmeye hazırlanırken, geceyi keşfe çıkanlar bir bir sokaktaki yerini alıyor. Bu saatten sonra cam silinmez artık. Topluyorum tası tarağı, perdenin ardından izliyorum olanı biteni. Hala, kimse farkında değil uçurtmanın. Düşünüyorum o vakit… Delirdim belki de.  Bu uçurtmayı benden başka gören yok.

Hava siyaha çalarken bir koşu indim aşağı, bir nefeste yolu geçip tele vardım. İpini tuttum uçurtmanın. Başlamasın mı bir rüzgâr. Gözlerime kum dolmasın diye sıkıca yumdum. Çömeldim yere. Sağ kolumu siper ettim yüzüme. Bırakamayacağım seni uçurtma… Biliyor musun aylardır kimse beni de görmüyor. Yanımdan öylece geçip gidiyorlar. “Ne haldesin?” diyen kimse yok. Hoyrat rüzgâra karşı durmak için umursamaz olmak gerekir az. Şimdi panter kesilir bu rüzgâr. Dağıtmak ister her bir hücreni. Ben tutacağım seni. Yalnızlık dağıtmazsa seni, hiçbir şey bozamaz dengeni. Rüzgâr insafa mı geldi ne. Ellerim acımış sıkı tutacağım ipi diye. Az gevşetiyorum parmaklarımı. Çatılmış kaşlarım yumuşuyor, gergin boynumda bir sızı. Hayat insanı bu hale getiriyor işte. Her yaşantının bedende bir izi var. Yara bereler kadar derin. Bir yaşayanın gördüğü, bildiği bu yaralar geçmiyor hep sızlıyor. Bazen gözyaşında, bazen hüzün olup yüzünde beliriyor.

Rüzgâr kesiliyor. Küt diye düşüyor uçurtma yere. Geçmiş adamı böyle yapıyor işte. Kalıversen ya buralarda. Ne geriye gidiyorsun geçmişe. Koşuyorum aynı minvalde. Havalan uçurtma. Ben senin rüzgârın olayım. Patlasıya kadar ciğerlerim koşayım. Sarıyorum ipini şimdi. Azıcık alçalmalı. Belki de küçülmeli. Kapanmalı. Böyle tepelerden bakınca, etrafına pek çok insanı toplayınca sahici dostlarını yitiriyorsun. Herkes görür şimdi seni. Görmesinler. Rüzgâr gider, sen bana kalırsın. Yüksel hadi yüksel. Olmuyor. Ağzımdaki acı tat yüzümü sarıyor.

Sırtımdan çekiyor biri. Tuttuğu elbisem değil sanki. Çekip çıkartıyor beni olduğum yerden. Göz göze geliyoruz. “Uçurtma”  diyorum. “Geç oldu bacım evine git, tekin değildir bu saatlerde burası” diyor adam. Gözlerim bulutlanıyor. Ne teldeki, ne de penceremdeki uçurtma… Zihnimden her şey uçup gidiyor.


Görsel: Özgür Çakır


Hiç yorum yok: