Muz Kabuğu
Ne zaman
dolmuşa binecek olsam, insanlarla temasımı en aza indiren yere otururum: Arka
beşlide sağ pencereye bakan koltuk. Burnumu dayarım cama, dışarının tüm
hengâmesini pencere benim için filtre eder, olanı biteni içime çekerim.
Her zamanki
gibi bindim dolmuşa, yerleştim koltuğuma. Günün en güzel saatinin tadını
çıkarmak için dayadım burnumu cama.
“Küt…”
Sesin nereden
geldiğini anlamaya çalışırken, onu gördüm. Bastonuyla basamakların yüksekliğini
hesaplıyordu. Yardım etme niyetiyle doğrulduğumda ise çoktan basamakları
çıkmaya başlamıştı. Nice sonra diğer elindeki poşetleri fark ettim. Vakur bir
edayla çıktı basamakları, dikildi karşıma. Elleri çekti dikkatimi. On
parmağında on yüzük. İri taşların hepsi yaşanmış on yılların özeti gibiydi.
Anlık bakışmamız fısıltısıyla kesildi: “Muz kabuğu…” Hani nerede gibisinden
pencereden dışarı baktım. Yerde herhangi bir şey yoktu. Bakışlarımı ona doğru
çevirdiğimde ise bastonunu üzerime doğrultmuş, çoktan anlatmaya koyulmuştu.
“Adam muz kabuğuna bastı.” Başıma namluyu dayamıştı çoktan. O vakit dışarının
hengâmesinin bu yaşlı kadında vücut bulup karşımda dikildiğini kavradım.
Konuşmasına
soluksuz devam ediyordu. “Serildi yere. Koskoca adam. Başı kanlar içinde.
Simitçi koştu yanına, sucu buz bastı yarasına. Sarstı biri o biçim. Tık yok. O
adam iflah olmaz.”
Bir kez daha
dışarıya baktım.
“Urospunun
dölü…”
Yönümü ona
doğru çevirirken, direksiyona takıldı gözlerim. Kocaman teneke yığınını, şu
plastikten daireyi sağa sola çevirerek idare etmek! Tanrıcılık oynamak güzel
şeydi. İyi de dolmuş evreninin tanrısı neredeydi? Ve bu küçük dünyanın
sakinleri… Sanki koskoca dünyada yaşlı kadın ve benden başkası yoktu. Göz göze
geldiğimizde araya reklâm almış da yarıda kesilmiş film misali repliğini
tekrarladı.
“Urospunun dölü! Ye. Biz sana yeme mi diyoz?
Ama ne diye atıyon muzun kabuğunu yere! Alan var, alamayan var. Hadi sübyanın
bir yeri şişer diye düşünmüyon. Hamileyi kıçına sallamıyon. Hiç mi o koca kafan
almıyo biri basar da düşer diye…” Sustu. Tek kelime etmedim. Yüzüme bakıyor.
Bir yandan da nereye oturacağına karar vermeye çalışıyor. Poşetler hala elinde.
Son hız konuşmaya devam… Oturdum yerime.
“Ben de koştum
adamın yanına. Ellerim dizlerimi döverken saydım, sövdüm. İki damla da yaş
döktüm. Yanıma itin biri yaklaştı. Neyin
oluyo bu adam senin de bu kadar dertlendin demez mi? Ulan pezevenk illa
adamın koynuna mı girmek gerek, başı kanlı biri için yürek kabartmak için.
Bitmişsiz biz. İnsanlık ölmüş.” Oturdu. Nihayet sustu derken… “Ambulans geldi.
Adamı alıp gittiler. Ölür o ölür. Boku bokuna ölür. Muza bastı da öldü diye
gülerler ardından…”
Pencereden
dışarıya baktım. İşaret parmağımla camı tıklattım “filtre sistemini gözden
geçirmelisin” diye söylendim. Cam da tık yok. Tuhaftır gözlerim suçluyu arıyor.
Ortada ne muz ne de kabuğu… Bel oyuntumdaki sert dirsek teması ile kendime
geliyorum.
“Ben
çocukken…”
“Ne zaman
kalktın da yanıma sokuldun be kadın?” haline geçmiş kaşlarımın altına saklanmış
gözlerimle süzüyorum onu.
“Neden öyle
bakıyosun kızım? Elbet ben de çocuktum.”
Kahkahası
dalga dalga yayılıyor dolmuşun içinde. Birden hortlak görmüş gibi sustu.
Gözlerini tam karşıda duran binaya dikti. Hayal dolu bir andı bu. Gözünün
önünden geçenler her neyse baş edememek, acı ve ıstırap doluydu. Yüzü daha bir
buruştu, sanki ağzı ekşidi. Konuşmaya başladı…
“Adamın biri
şu gördüğün yüksek binadan atladı. Ahanda en tepesinden.”
Bakışlarımı önce çatıya diktim sonra kaldırıma
kaydırdım. Yerde muz kabuğunu gördüm o vakit.
“Ama ona bir şey olmadı. Burnu bile kanamadı
namussuzun. Üstüne düştüğü zavallıcık öldü.”
Muz kabuğunu
ayaklarının altında ezip, hiçbirşey olmamış gibi yoluna devam edenleri gördüm.
“Günlerce bu
olayı konuştu herkes. Öldürmeyen Allah öldürmez dediler.”
İçim bulandı. Dudaklarımdan “öldüren Allah
öldürür” cümlesi dökülüverdi.
Yüzüme baktı. Beti benzi solmuştu. Konuşmaktan
kurumuş dudaklarını yaladı “seni kan tutar mı?” diye sordu.
“Beni insan tutar.” dedim.
O sırada
dolmuşa binen kıza yöneldi. “Muz kabuğu…” dedi. “Hani nerdeeee…” diye bağırdı
kız. Olayı bana anlattığından ne bir eksik ne bir fazla ona da üşenmeden
anlattı. Birlikte adamına ardından bir fatiha okumadıkları kaldı. Derken
sırayla binen herkese bir bir anlattı olanı biteni. O “muz kabuğu” dedikçe
dolmuş bir şaha kalkıyor, sonra da olduğu yere gömülüyordu. “Dolmuşun kalkması
için iki kişi daha” diye düşünürken, kurbanlar artarda biniyorlar.
“Muz kabuğu…”
diye söze girdiğinde yüzüne baktım. Dolmuştaki herkes ilk defa dinliyormuş gibi
dikkat kesilmiş ona bakıyorlar. “Adınız ne?” diye sorsam yanıt veremeyecek
kadar kendinden uzak bu kadını dinliyoruz. Ve vitese takıyor kaptan, yola
koyuluyoruz.
Motorun
gürültüsü içerideki tüm sesleri bastırıyor. Dolmuşun içi en az sokak kadar
hareketli. Para verenler, üstünü bekleyenler, telefonla konuşanlar, birbirini
süzenler muz kabuğuna basıp düşen adamın akıbetini konuşuyorlar. Bense dışarıyı
izliyorum. Antikacılar sokağından geçiyoruz.
Üst üste dizilmiş bardaklara, kadehlere, tabaklara takılıyor gözlerim.
Yere rasgele konmuş dergi ve kitaplar, sırlarına sır katıp üzerine kırk düğüm
atılmış kutular, ederinden her zaman eksiğine giden plaklar, oyuncaklar… Ve
onların aralarında dolaşan kadim dost kediler… Kimler geldi, geçti buralardan.
Kimler kullandı bu eşyaları. Sahipleri belki muz kabuğuna bastı, yardı kafayı.
Olmadı atladı binaların tepesinden düştü bir adamın üstüne. Onlar gitti,
eşyaları kaldı yadigâr.
“Şoför oğlum
indir beni sokağın başında…” diye seslendi. Ayağa kalktı. Tutunduğu yerde sağ
elini görebildim. Parmağındaki yüzüklerden birinin taşı düşmüştü. “İyi akşamlar”
dedi bastonunu hava dikip. Kimsenin yardım etmesine fırsat vermeden aynı vakur
edayla indi basamakları. Dolmuş hareket ederken, önüne çıkan ilk kişiye çoktan
anlatmaya başlamıştı: “Muz kabuğu…”
Fotoğraf: Özgür Çakır
Yıldız
Aylarca karnımın içinde devinip duran
bebeğe bakıyorum. Kafası göğsümde, elleri elimde öylece oturuyoruz. Başına
gelen onca şeye karşın metanetini koruyor. Bütün gün o oda senin, bu oda benim
dolaşıp durdu oysa hastanede. Kimi şefkatli, kimi hoyrat onlarca el dokundu
minik bedenine. O sustu, biz ağladık. Belki bizi hoş tutmak için çarpıyor
minicik kalbi. Hani bir başlasa ağlamaya feryat figan hepimiz koyuvereceğiz
ama…
Umut, kedi, ben ve bebek yan yana
oturuyoruz. Uzunca bir yolculuktan sonra mola vermişiz gibi. Yüzümdeki
ifadesizliği bozmaya yeminli sineği saymazsak, her şey sütliman. Gündüzün
çığlıkları, bağrışmaları, siren sesleri, meraklı gözler, acıklı yüzler, cevapsız
bekleyişler nihayet siyah halının altına süpürüldü. Birbirine bakan, yarasını
gören, bakışlarıyla teselli veren; yetinmeyip birbirini dinleyen insanların
gölgesi düşmüyor geceye. Neyse ki. Bir tek Umut’un gözlerindeki yarım kalmış
sevinç ve sessizliğimiz…
Yıldızlı bir gece. Yıldızlar hep
gökyüzünde. Ama canım isterse görüyorum onları. Yanıp sönen parlak ışıklar. Hep
orada olsalar bile, çoğu zaman başımı göğe çevirmiyorum. Uzun süredir aklıma
hiç düşmüyorlardı. Şimdi ne olduysa bakışımı toprağa çevirmek istemiyorum. Yıldızlara
bakıyorum. Arada gözüm kollarımda sardığım sıcaklığa takılıyor, bebeğimi
okşuyorum. Canımın istediği her şeyi görüyorum onda. Aylardır beklediğimiz
misafir gelmiş. Onca hazırlık… Raftan düşmüş gibi, hızla aşağıya inen
bakışlarım kediye takılıyor. Umut’a daha yakın oturmuş, hatta kuyruğuyla
sırtını sıvazlıyor. Benim baktığımı görünce çeki düzen veriyor kendine. Umut
ise kim bilir hangi yıldızın peşinde. Belki de kayıp gitmeyi düşünüyor.
Üçümüzün de dinlenmeye ihtiyacı var. Boğazımızdaki düğümü çözmeye. Sadece
dinlenmek de değil, birilerinin bizi dinlemesine de. Sabırla, sözümüz
kesilmeden dinlenilmeye ihtiyacımız var. Kana kana konuşmaya, zehrimizi
boşaltmaya. Ama kim dinlemek ister ki bizi? Bir adam, bir kadın, bir kedi ve
bir bebeğin hayatını, kim dinler? Hem de sıkılmadan. İnsan hayatına duyulan
sağlıklı merak duygusunu gidermek için dinlemek isteyen biri çıkar mı? Hangi
canlı bir diğerinin korkularını taşımak ister? Geceye karpuz kabuğu düşürmemek
gerek. Ürkülerin hepsi sabahın olsun. Ah bebek, sıralı kavak dibinde senin de
toyluğun olsun. Yıldızlı gecede Umut ve Nigar sarılsın birbirine. Kucaklarında
bir bebek eli, bir de pati. Bir bir uyutmak için yıldızları, başlasınlar
ninniye. Atem, tutem men seni/ Şekere katem men seni/ Akşama baben gelende
oy/Önüne atem men seni.
Ninniyi söylemeye daldım, yine unuttum mektubun
gerisini. Nasıl bir akıl oyunudur bu anlamıyorum. İnsan, yol arkadaşını nasıl
unutabilir? Mektubu kutusundan çıkarmak öyle zor geliyor ki. Kim gidip arayıp
bulacak onu dolabın derinliklerinden? Pati! Şuna da bak. Bir iş istemeye gör.
Tırıs tırıs nasıl da uzaklaştı yanımdan. Zul geliyor şimdi kalkmak. Bir gayret doğrulmuşken…
Yıldızlı
bir gecenin oyunu bize bu…
Anımsıyorum! Oturayım oturduğum yerde. Sımsıkı
yumdum gözlerimi. Dünyayla bağımı kesince bir bir aklıma düşer her şey.
Yıldızlı
bir gecenin oyunu bize bu…
Nasıldı gerisi bu mektubun! Yok yok anımsadığım bir şey yok. Madem
gidip alamıyorum mektubu, o zaman tek çare en başından bir daha okumak. Ve
ninniye gelince, mırıldanmadan bir sonraki satıra geçmek.
Aylarca karnımın içinde devinip duran bebeğe
bakıyorum. Kafası göğsümde, elleri elimde öylece oturuyoruz…
Annemin yazdığı onca
şey içinde, neden bu mektup daha çekici geliyor bana? Cevabı kolay aslında: Doğduğum günü
öğrenmek istiyorum. Nasıl bir gündü? Yağmurlu, sisli, güneşli… Üzerime ilk ne
giydirdiler? Annem ne giyinmişti?
Terlikleri mesela. Nasıldı? Topuklu, tüylü, pullu… Al basmasın diye kırmızıydı
belki. O güne dair öğrenebildiğim tek şey gece… Yıldızlı bir gecede doğmuşum.
Adımı o geceden esinlenerek koymuşlar.
Bak mektubun devamını unuttum yine. Parazitlerle dolu bir radyoda sevdiğin
şarkıyı dinlemeye çalışmak gibi bir şey bu. Olsun gün uzun. Nasılsa
evdeyim. İstediğim kadar doğduğum günü düşünebilirim. Okula gidemeyeceğim,
hastayım çünkü. Ben hasta olunca, ev de hasta oluyor. Annemin ve babamın
korkuları, sabahı tansiyon ve mide ağrısı olarak selamlıyor. Akıp giderken gün,
herkesten çok benim dertlenmem gerekiyor, ama ben hiçbir şeyi umursamıyorum.
Hasta olmak güzel şey. Evde kalmak. Yan gelip yatmak. Doğduğum günü düşünmek,
büyümemi bana masalmış gibi anlatan anıların arasında gezinmek. Bir şekilde okuldan
yırtmak, aylaklık etmek, kendimle baş başa kalmak güzel şey.
Pencerenin yamacına tünedim. Evimize
koşut apartmanları tarıyor gözlerim. İşte orada! Sahneyi çoktan kurmuş. Tütüsü
üzerinde, ayaklarında puantlar. Kurşun askerden bir bölüm sergiliyor belli ki.
Onu izlediğimden habersiz. Gözlerimi kapıyorum ve müziği dinliyorum. Beni
kendimden geçiren operaların geçiş töreninden sıyrılıp, gözlerimi açtığımda çoktan
dansa başladığını görüyorum.
Plie… Evet, işte bu plie. Bir bebeğin adım
atmasıdır balede plie; dizler kırılı halde durmak. Ne müthiş bir şey. Bebek ilk
kez ayağa dikildiğinde anne ve babasının yüzünde parlayan sevinç kamaştırıyor
gözlerimi. Ayaklarıma bakıyorum. Yapabilirim. Onun yanında durmak için aralıyorum
perdeyi. Haydi! Bir plie. Ayakta duran çocuk birkaç adım atıyor. Anne ve babası
heyecandan havaya zıplıyor. Alkış, ıslık, türlü tezahüratlar eşliğinde hayata
yürüyor bebek… Plie tamam. İkinci adıma geçmek için hiç sabırsızlanmıyorum.
Ayaklandım da diz kırıyorum. İki battement tendu. Şiir
gibi bir şey bu. Birkaç saniye kendi kendime mırıldanıyorum. Battemant tendu, battement tendu, battement tendu…
Yan yana duruyoruz. Birlikte hareket ediyoruz. Yüzüme hiç
bakmıyor. Baksa, belki aramızdaki büyü bozulacak biliyor. Başıyla yönetiyor
dansı. Ne kadar da tatlı! Beni hiç zorlamıyor. Ayağının altını yere sürüyor ve
son noktada duruyor. Kalçası tam açıktayken, bana bakıyor. Yok, yok “bu olmaz”
bakışı değil, “sabret” de değil… “Ne acelemiz var!” dercesine gülümsüyor.
Battement tendu beni büyülüyor. Ayaklanmışım. Birazdan kendi etrafımda
döneceğim.
Yıldız! Bacaklarını ger. Bu yürümek için ilk
adımdır fizyoterapide. Biraz yürüyelim. Sonra dinleniriz. Hatta biri bizi dinler
belki de.
Fotoğraf: Özgür Çakır
Körebe

Belleğimdeki
tek iz, oyuncakçı dükkânlarının önünden geçerken vitrine hiç bakmadığım. Hani
içlerinden birini beğenirsem… Ve bunu bizimkiler fark ederse… Alamadığımız için
üzülürler. Yol boyu tırıs tırıs yürüdüğümü anımsıyorum. Annemin eline yapıştığımı, sıcaklanınca tek
başıma takıldığımı…
Annemle el ele
yürüyemez yaşa geldiğimde ise pastanelerin vitrinlerine bakamaz olduğum geliyor
aklıma. Hala da bakamıyorum. Neden düşünüyorum şimdi bunları? Bilmiyorum.
Başımı kaldırıp arkadaşlarıma bakıyorum. Sohbet koyu. Beni fark etmeleri mümkün
değil. Kütüphanenin cam dolabına takılıyor gözüm. Birkaç kitabın adını, yazar
isimlerini hızla okuyorum. Sonra cama yansıyan aksime bakıyorum. Elbisemi
aşağıya doğru çekiştirip, kaşlarımı yukarı kaldırıyorum. Gözümün önünden
çilekli, muzlu pastalar geçiyor. Hele o piramit yok mu… Sağından soluna
dönemeyen, her yerinden et fışkıran babaannem beliriveriyor karşımda. İştahla
bir kaçını ağzına atışını seyrediyorum. Yutkunup, masanın üzerindeki kâğıtlara
uzanıyorum. Hepsini bir avazda derleyip, topluyorum.
Babaannem
öldüğünde içine sığacağı bir tabut bulamadılardı. Şişip, yatağında patlayacak
diye çok korkmuştum. Neyse ki öyle olmadı. Babam bir tabut yaptırdı. Birkaç
komşu, güç bela taşıdılar da toprağa kavuştu kadıncağız. O günden sonra ağzıma
tek lokma tatlı koymadım. Evdekiler babaanneme sevgimden dilimi tatlıdan
kestiğime inandılar. Oysa babaanneme benzeyeceğim diye aklım çıkardı. Kremalı
pastaların içimde büyüyen yağ tohumları olduğunu, gün gelip patlayıp beni yok
edeceklerini düşündüm ergenliğim boyunca. Oyuncakçılardan sonra pastaneleri ve
pastaları da sildim gözümden.
Hepsinin ne
çok oyuncağı varmış. Anlata anlata bitiremediler. Masamın üstünde düzeltecek
yeterince kâğıt kalmadığından, kendimi bir dosyanın içine gömüyorum. Okur
numarası yapıyorum. Tıpkı liseye geçtiğim yazda ki gibi. Evde sessizlik hakim.
Masada sabah akşam duran ince belli de çay yerine rakı babamın vazgeçilmezi
oluyor. Soframızın tadı tuz. Annem sürekli
ağlıyor. Ölen falan yok. Sadece ablam fırıncının hayta çırağı Zülfikar’a kaçtı
o yaz. Kaçması da gerekliydi. Ne yapacaktı bizim evde. Bir maça kızıydı ablam. Nazım’ın
dediği gibi, memelerini dayar balkona akşamı seyrederlerdi piyasa vakti.
Ortalıkta kediler… Bakkal, manav, kasap hep ona bakar, annem azarlar. Yine de
geri durmadı aklına koyduğunu yapmaktan ablam. Kaçtı Zülfikar’a. Babam en çok
kaçmasına mı kızdı yoksa Zülfikar’ın alevi olmasına mı bozuldu bilemedim. Ablam
ne kadar maça kızıysa, babam da o kadar sinek papazıydı. Her sabah Eyüp Sabri
sürmeden işe gitmezdi. Eve gelince ses istemez, köşesine çekilip kitap okur,
bazı bazı radyo dinlerdi. Ablam giderken bizim evden sesi de götürdü. Çünkü
şarkılar hep onu söyledi. Oyuncakçılardan, pastanelerden sonra meşk haneleri de
sildim gözümden.
Konuşup, gülen
arkadaşlarıma bakıyorum. İçimi bir öfke kaplıyor. Kendimi bakan körlüğe tutsak
ettiğimi kimse bilmeyecekti. Kimse içimde zerdali çekirdeği gibi taşlaşan
yaralarıma merhem sürmeyecekti. Ve ben sorun çıkmasın diye kendi isteklerimi
erteleyecek ya da görmezden gelecektim. Oturduğum yerde içimi korku kapladı.
Ellerim buz kesti. Arkadaşlarıma olan öfkem giderek artıyordu. Eğer onlar
çocukluğumuzdaki en sevdiğimi oyuncağı konuşmasalardı bunların hiçbiri
gelemeyecekti aklıma. Hepsini silmek üzereyken o soru… “Sen de çocukken körebe
oynar mıydın Sevgi?”
Fotoğraf: Özgür Çakır
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)