Başımı gömdüğüm kitaptan kaldırdığımda, televizyondaki
görüntüye takıldı gözlerim. Ses, var yok arası. Belki de bu yüzden yıllar
önceki bir medeniyete ait bir belgesele baktığımı birkaç saniye içinde
kavrayabiliyorum. Buluntular bir bir anlatılıyor izleyiciye. Savaş aletleri,
tabaklar, kaşıklar, bardaklar, kolyeler…
Gözlerimi evimin içinde gezdiriyorum bir an. Şu an
deprem olsa ben ve içinde bulunduğum bina yerin yedi kaç dibine gömülsek,
yıllar yıllar sonra gömü değeri taşır mıyız? Ölen şimdiki zamanlar olacak. Ama
gömüyü gün yüzüne çıkaran için eskimiş sayılacağım, sayılacağız. Hoş bu evdeki
her şey müzelik öyle yerin dibine batıp, çıkmaya gerek yok ama.
Bazen böyle şeyler düşündüğüm için aklımdan şüphe
ediyorum. Toprağın ne kadar merhametli bir örtü olduğunu biliyorum. Çiçekle,
börtü böcekle şimdiyi yaşattığı kadar içinde geçmişi de taşıyor. Üzerinde barındırdığı
mezar taşlarının çokluğuna bakınca toprağın yükünü kavrayabiliyorum. Tuhaf olan
benim bunları düşünmem mi? Yoksa bilmem kaç yıl önce yaşamış adamın birinin
evinde kullandığı çatalı, kaşığı, maşrapayı müzeye götürüp sergilemek mi?
Tartışılır. Üstüne bir de üşenmeden belgesel çekmek… Geçmişi kazıyarak kendini
var edenler oldukça daha çok belgesel yapılır. Mesela ben. Hatta hayatım. Her
hafta belgeselini çekiyorum. Terapide.
“Ayrıntıya çok
önem veriyormuşum. Resmin bütününü kaçırıyormuşum.” Terapistimin
yalancısıyım. Zihnimin dağınıklığından kurtulmak için düşüncelerimi seyreltmem
ve işlevsel olmayanlardan kurtulmam gerekiyormuş. Böylece kaygı ve
takıntılarımdan kurtulabilirmişim. Hayatım o zaman belgesel değil belki roman
tadında olurmuş.
Belgesel devam ediyor. Çocuk oyuncaklarına bakıyoruz.
Bakıyoruz diyorum. Milyarlık dünyada şu saatte sadece ben izlemiyorumdur
herhalde bu programı. Yalnız olmak istemiyorum. En azından reyting kardeşliği
yaşayabilirim. Oyuncaklar dünyasından, ölüler dünyasına hızlı bir geçiş
yapılıyor. Bir lahde bakıyoruz şimdi. Neden mi sesi açmıyorum? Gözlerim aldansın istiyorum. Duyduklarımın,
kurgularımı sonlandırmasını istemiyorum. Zaten bugünlerde hep ölümü
düşünüyorum. İyi oldu denk geldiğim. Şimdi anlatıları dinlesem içimde saklı
olanları çıkartamam. Ölmek değil de ölünün ardından yapılanlar ilgimi çekiyor.
Çok çeşitli senaryolar üretiveriyorum.
Annem ölmüş mesela. Kimler gelir ki cenazesine diye
düşünüyorum. Kalabalık içinde kendime bir yer buluyorum. Uzaktan çok uzaktan
kendime bakıyorum. İnsanların cami avlusunda toplaşmaları, oldukları yerle
tezat gülüşmeleri, dedikodu etmeleri, annemle ilgili anılarını anlatmalarına
katlanıyorum. Bazılarının bana şefkatle yaklaşmaları hoşuma gidiyor. Hele gelip
üzgün suratlarla sarılanlar, bir de böğüre böğüre ağlayanlar yok mu? Bunları
defalarca defalarca kurguluyorum aklımda.
Mesela “şu lahdin içinde yatan nasıl uğurlandı bu dünyadan acaba?” diye
düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi. Yıllar yıllar sonra bir belgesele konu
olup, en mahrem haliyle binlerce kişinin gözüne sokulacağını düşündü mü ki hiç?
Belki de onun ölüm töreni hala devam ediyordur. Annem peki. O hiç düşündü mü ki
cenazesini? Kimlerin geldiğini, neler yaptığını, beni, kardeşimi, babamı…
Lahdin yanına serpiştirilmiş armağanlara bakıyoruz şimdi. Gözyaşı şişeleri,
meyve çanakları, şarap sunakları…
Ölümü düşünmek ürkütmüyor beni. Dedim ya ben daha
çok törenlerle ilgileniyorum. Törenleri çeşitlendirmek için sırayla evdekileri
öldürüyorum. Hepsine bir merasim düzenliyorum. Sıra kendime gelince içim
ürperiyor. Kendime bir tören yapamıyorum. Bir türlü kendimi öldüremiyorum.
Lahdin kıyındaki gezimiz bitince karanlık bir odaya giriyoruz. Odada türlü
heykeller. Yaşamın sessiz tanıkları sanki her bir surat. Hepsinin gözleri
kocaman açılmış. Yaşanmışlıkların ürpertici yüzü nakşedilmiş hepsinin
bakışlarına. Şimdi bu heykellerin yaşam görevleri hakkında konuşuyoruz. Tam
ortada duran dünyanın ekseninin eğiminden sorumlu sanırım. Benim terapistime
benziyor.
Böyle şeyler düşünerek ne tür bir
fayda sağladığımı merak ediyorum diyecek
bunları anlattığımda terapistim. Şimdiki
zamanı başka türlü nasıl öldüreceğimi bilemediğimi söylerim ben de
kendisine olur biter. Onu bir tür arkeolog olarak görmeye başladım bu
belgeselli izlemekle. Üzerim çeşitli zamanlarla örtülmüş. Terapistim şimdiki
zamanda kalmak konusunda ısrarcı. Bense uzağa gitmek istiyorum. Geçmiş ya da
gelecek fark etmez. Zamanın üzerime merhametle kattığı bazen de zorbaca benden
çaldıklarını terapi odası denen müzede sergilemek... Bunu düşünmek başımı
döndürüyor, midem bulanıyor. Sıkıntımdan kurtulmak için başlıyorum bir bir
bizimkileri öldürmeye. Sıra kardeşime geldiğinde telefon çalıyor. İç
gıcıklayıcı sesiyle konuşuyor.
“Nabeerr”
“İyidir
senden?”
“Napiyosun?”
“Hiiiç.
Okuyordum. Sonra bir belgesele sardım.”
“Ben
de kitap okuyorum. Uzuncadır bu kadar beğendiğim bir kitap olmadı. El âlemde ne
aileler var bir görsen. Romandaki kadın ve adamın aşkı öyle hoş ki. Aslında
kadın bir katil. Ama adam kadını çok seviyor. Bu yüzden cinayeti üstleniyor.
Eee bu bildik bir hikâye ne var bunda deme. Çünkü kadın morfinman. Hapse girse
madde kullanamaz ve ölür. Bu yüzden adam içeri düşüyor. Çok romantik! Bir de
bizimkilere bak. Kahve içip, fal bakıyorlar. Arada babamın sokakta iri memeli
kadınlara baktığı gözümden kaçmıyor ama…”
Belgesel iyiden iyiye heyecanlandı. Karanlık odadan
çıkıp, yeniden lahdin yanına geliyoruz. Yoksa… Evet, tam düşündüğüm hatta
istediğim gibi. Birazdan lahdin kapağını açacağız. Sırıtıyorum uzuncadır
beklediğim bir şey gerçekleşmişçesine. Lahitten dış dünyaya sızan gizemli hava,
şimdinin doğasını etkileyecek ve birazdan kim bilir neler neler olacak?
Bekliyorum…
“Baban
bir gün o koca memeli kadınlardan birinin peşine takılıp evden kaçarsa ne
olur?”
“Film
olur. Puhahahahahaaaaaaaaa. Babam üşenir. Yapmaz öyle şeyler.”
“Neden
yapmasın?”
“Yapmaz”
“Ya
yaparsa?”
“Yapmaz
diyorum. Neden yapsın?
“Ya
yaparsa?”
“Niye
üzerime geliyorsun?”
“Üzerine
gelmiyorum. Sesin değişti. Üstelik bağırıyorsun”
“Değişmedi.
Bağırmıyorum. Benim konuşmam böyle. Sen değişiyorsun bilmem farkında mısın? Şu
terapiste gittiğinden beri dedektif gibisin.”
Sadece lahde bakıyoruz. Ses olmadığı için
anlatıcının kurgusunu bilmiyoruz. Bu gerilimi seviyorum. Yıllardır bu anı
beklemişiz.
“Ben sana okuduğum kitabı anlatıyorum, sen babamı
bir kadınla evden kaçırtıyorsun.”
“Ailenden
yakınan sen değil miydin?”
“Ben
ailemden yakınmıyorum”
“Az
evvel kitaptaki adam ve kadını kim anlattı?”
“Ben
anlattım ama…”
“Onca
okuduğun kitap içinde bana hiç birini anlatmadın. Neden şimdi bu aileyi bana anlatma
ihtiyacı hissettin?”
Ve lahdin kapağını açtık. Mezarın içinden sızan hava
sanki ekranı aşıp evimi sardı. Birden kendi cenazeme konuk oluverdim. Evim
mezarıma dönüştü o an. Müzeymiş meğer
burası. Sergileniyormuşum. Geçmişi bir gün tekrar kazıyacak olan daha sonraki
nesilleri bekliyormuşum. Ve o. Telefondaki. Sibel. Aslında şimdiki zamanı
öldüren kişi olarak lahdin kapağını açıp aslında kendi hayatını öldürüyormuş.
* Sevgili okur, "Dünya Öykü Günü"müz kutlu olsun.
Görsel: TimeOut - Özgür Çakır
2 yorum:
cok hos bır blog ızleyıcı gadgetınız kayıp bılgınız olsun *-*
Ölümü düşünmek kardeşliğin yaşayabiliriz
Yorum Gönder