Zorunlu olarak katıldığım ve yaklaşık üç saat kadar süren bir toplantıdan başım ağrıyarak çıktım. Derin bir solukta tüm akşamı içime çektim. Soluğumu verdiğimde toplantıdan ve baş ağrısından bir şey kalmamıştı. Dışarıda olmak buydu. Ey özgürlük! Pazar günü evlenecek olan Işıl KY ve müstakbel eşi de toplantıya katılmışlardı. Bir yerde oturup bir şeyler içme tekliflerini geri çevirmedim. Bu ikisine sultanken yani bekârken son görüşmemizdi bu onlarla. Bir hükümdarlığın yani bekârlığın yıkılışının, yerine çoğulcu demokrasinin hâkim olduğu evlilik kurumuna adım atmadan önce ikisini de görmek istedim. Memleket meselelerini tartışarak yudumladığımız Çilli’nin limonatası bir an da beni rahatlattı. Eski sultan, yeni demokrat arkadaşlarım o malum soruyu sormadan beni masadan bırakmadılar. Seni ne zaman evlendireceğiz? Ben de dünyanın en kolay bir o kadar da taşıması ağır yanıtı verdim “kısmet“. Zaten bu dünya da her şey ya kısmet, ya da ismet değil mi zaten diye düşünüp gülümsedim.
Uzunca bir süredir akşamın bu saatlerinde sosyal bir aktivitede bulunmamıştım. Özlemişim güneşin bohçasını toplayıp akşama kaçmasını. Hasbıhalin sonu yoktur ama genç çifti orada bırakıp yola koyuldum. Akşam trafiği olanca cazibesiyle beni kollarına alınca eve gitmekten vazgeçtim. Aldım elime telefonu, evdeyseniz size geliyorum dedim. Bir çığlık koptu “koşşşşşşşşşşşşşşş”. Uzun süredir görmediğim ve bulunduğum yere çok yakın olan arkadaşlarımın evine doğru kırdım direksiyonu. Bu ani direksiyon kırmalarıma alışamayan Limon (sarı araba!) çıkardığı ilginç sesleriyle tepkisini ortaya koydu.
Pek muhterem büyük şehir belediyesi yolları Kazmanya Canavarı gibi dişlediğinden tek tek basarak, önümdeki ve arkamdaki sevgili sürücü kardeşlerimle birbirimize incelikli iltifatlarla bulunarak sonunda arkadaşlarımın evine ulaştım. Jetgiller usulü Limon’u (sarı araba!) bir çantaya çevirmeyi çok isterdim. On sekiz yaşından beri araba kullanırım ve çok severim araba kullanmayı. Fena sürücüde sayılmam. En azından hiç kaza yapmadım. Hiçbir canlıya zarar vermedim. Trafikte sinirlerine bastığım sürücü kardeşlerim de beni hoş görürler diye düşünmekteyim. Ama bu yıl bana öyle zül gelmeye başladı ki araba kullanmak. Vitrin bakma modunda yollarda gezinmek ben gibi hareketli bir insana verilecek en büyük cezalardan biri. Yaratıcı bugünlerde beni çok sınıyor. Korkuyorum ayağım kırılacak ve yürüyemeyeceğim diye. Şükür ki uzun süre hiç yatmak zorunda kalmadım. Uyku uyumanın yaşamdan çalınan saatler olduğunu daha çocukken kavramıştım. Öğlen uykusu direnişime kreşteki arkadaşlarımı da dâhil ettiğim için, öğretmenim asi ruhumu törpüleme çalışmalarına başlamıştı. Ama kahraman bir annem vardı. Duruma el koydu. Kreş yaşantım boyunca hiç uyumadım. İşte analar tahtını yapıyor evlatların, bahtını değil. Oysa beni ne doktorlar, ne mühendisler istedi.. Yol boyu beraber ve solo geçişlerle yaşamımızı mırıldandık türkü türkü Limon’la (sarı araba!). Arada bir Poyraz bey (rüzgar!) da bize eşlik etti. Bir saatin sonunda hedefe ulaştık.
Limon’u (sarı araba!) park ettim. Gireceğim apartmana şöyle bir baktım. Huzur apartmanı. Gerçekten yaşamımda en çok özlediğim şey huzur. Sürekli bir yerlere yetişme telaşesi içindeyim. Zamana hükmetmeye çalışıyorum. Merdivenlere yöneldim. Ahmet Haşim’in Merdiveni tutundu dilime. Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenleri, eteklerinde gümüş rengi bir yığın yaprak.. Yirmi iki basamak sonra ellerim zille buluştu. Sanki benim çalmam bekleniyormuş gibi birden kapı açıldı. Kocaman bir kucaklama ve kulağımda patlayan bir ses “Teyze oluyoruz!” derhal içeriye gel diye beni çekiştirdi. Okuldayken de bana böyle yapardı bu Pınar. Allahtan solağım! Sağ kolum bu kızdan davacı. Kolumdan çekilerek salona geldiğimde ağlayan bir kadın ve onun yanında duran bir adam bana bakıyordu. Sadece selam diyebildim. Koltuğa sıkıştım.
Selin hamileyim diye mırıldandı. Mehmet de matematikçi ruhuyla hesap yapmış bunun 500 de 1 ihtimal olduğunu söyledi. Nasıl oldu anlayamadık deyip durdular. Yüzüme bakıyorlardı ikisi de. Şaşkınlık, her şeyi kontrole edebilen bilim adamlarının yerle yeksan olmuş bakışlarıydı bunlar. Gerçek dünyayı laboratuar gibi kullanan iki sersem çocuktu karşımda arkadaşlarım.
Ayağa kalktım. İkinizde asistanlığı bitirip doktora sınavına girmeyecek miydiniz? Yaşam planınız mı değişti dedim şaşkınca. Pınar sırtıma kocaman bir yumruk attı. Ama bu sözlerimi kesmesine izin vermedi. Evli değilsiniz. Sıradan bir öğrencie vinde yaşıyorsunuz. Paranız yok. Dahası Erasmus’la Viyana’ya gidecekken diye sözlerime devam ederken kaderi yönetme, insanı yönetme diye içimden bir ses fısıldadı. Sustum ve oturdum. Daha önemlisi dedim kendimi durduramıyordum antidepresan kullanıyorsun. Herkes yüzüme baktı şaşkınca. Daha geçen gün griptin ve ağır antibiyotik tedavisi aldın. İçki, sigara, kötü beslenme ve uykusuzluk da cabası.
Aslında bunlar bahaneydi ben de biliyordum. Kendilerine bile bakmaktan aciz olan bu insanlar bir bebeğe bakabilecekler miydi? Kendi hayat koşuşturmaları içinde sahiden bir çocuğun elini tutabilecekler miydi? Anne-baba olmak başka bir şeydi. Karşımdaki iki insana belki haksızlık ediyordum ama… Üstelik ağır bir duygudurumu bozukluğu yaşayan 28 yaşındaki bu genç kadın anne olmayı tolere edebilecek miydi? Hastalığı alevlenirse o bebeğe kim bakacaktı? Yaşamı sadece formüllerle biçimlendirilmiş Mehmet mi bakacaktı be bebeğe. Yoksa iki şaşkın arkadaşımın anne ve babaları mı? Onlar bu sorumluluğu üstlenir miydi?
Aklımdan onlarca düşünce konvay halinde geçerken üç haftalık daha dedi Selin mırıltılarla. Bu aralar çok bunaldım. Terapilere de ara verdim. Karaciğer fonksiyon testlerim yüksek çıktı. Antidepresanı kesemeyeceğime göre ben de doğum kontrol hapını içmemeye karar verdim. Sadece iki ay ara vermiştim. Şimdi hamileyim. Ben ki her şeyi kontrol ederdim. Ama bu sefer edemedim. Tek bildiğim bu bebeği istemediğim dedi. Şimdi istemiyorum! Şimdi değil…
İçimden bir şeyler koptu gitti. Üç hafta çok erken bebek alınamaz dedim. Çok küçük! Büyümesi gerek biraz daha. Cellât olmak nasıl bir duygu diye geçti içimden. Yaşamım boyunca bu kadar sert olduğumu hiç anımsamıyorum. Bu bir mucize aslında biliyor musun dedim. Kendiliğinden hamile kalmak ne kadar büyük bir lüks biliyor musunuz. Hepsi birden sustu. Pınar durdu yüzüme baktı sen ki bir bebek için ölürsün söylediklerini duydun mu dedi. Bunlar katil olmaya hazırlanırken sen destek verdin inanamıyorum diye hıçkırıklara boğuldu.
Oysa destek verdiğim falan yoktu. Sadece mevcut durumu yüksek sesle özetledim hepimize. İğrenç bir akademik ortamdasınız. Evli değilsiniz. Paranız yok. Otuzuna yaklaşan kocaman adamlarız ama hala okulda gibiyiz dedim. Mehmet ayağa kalktı şimdi sen gitmeden, bize ne yapmamız gerektiğini söylemelisin dedi. Hiçbir şey söylemek zorunda değilim dedim. Kendi yolunuzu çizin dedim. Ailelerinizle konuşun. Bir kadın doğum uzmanını gidin. Kararınızı kendiniz verin, siz anne ve babasınız dedim.
Kapıya yöneldim kızgınlıkla o sırada Mehmet dedi ki “sen istenen bir gebelik sonucu mu doğdun?” Bu salonda bulunan herkes hasbelkader bir hamilelik sonucu doğmuş. Döndüm gözlerimden alev çıkıyordu hissediyordum. Annem beni kendisi için doğurmuş dedim. Doğumumda babam yokmuş, görevliymiş. Ama bu neyi değiştirir dedim. Ben iyi koşullarda büyütüldüm el bebek, gül bebek. Hepimiz iyi koşullarda büyüdük. İstediğimiz okullarda okuduk. Hayat bize çok iyi davrandı. Şimdi Mehmet bu çocuğun geleceğini garanti altına alabiliyorsan önce zihinsel gelişimini ki ilaç kullanılmış ona göre kararını ver. Yanındaki kadının da sağlığını düşünerek. Sayısını bilmediğim depresif ataklar geçiren ve ciddi tedaviler gören arkadaşımın yüzüne baktım. Baba mısın, değil misin kendin karar ver? Derin bir sessizlik oldu. Ben 5 aylıkken Down’lu diye annesinin karnından söke söke alınan çocuklar gördüm. İstenmediği için terk edilen çocuklar. Sessizlik haykırışlara dönmeye başladı. Keşke trafikte boğulsaydım. Bu bir kabustu. Uyanmaksa gitmekle olacaktı. Kapıyı vurup çıktım.
Sonuç! Ertesi gün doktorlar gezildi. Minicik bir noktaydı ekranda gördüğüm. İçim titredi. Onca şeye rağmen yaşama tutunmuştu. Seçme hakkı denen şey bizden bağımsızdır. Bebek 2 hafta sonra yaşama ayak basmadan cennete gidecek. Anne ve babası da Erasmus bursuyla kendi yollarına.
Uzunca bir süredir akşamın bu saatlerinde sosyal bir aktivitede bulunmamıştım. Özlemişim güneşin bohçasını toplayıp akşama kaçmasını. Hasbıhalin sonu yoktur ama genç çifti orada bırakıp yola koyuldum. Akşam trafiği olanca cazibesiyle beni kollarına alınca eve gitmekten vazgeçtim. Aldım elime telefonu, evdeyseniz size geliyorum dedim. Bir çığlık koptu “koşşşşşşşşşşşşşşş”. Uzun süredir görmediğim ve bulunduğum yere çok yakın olan arkadaşlarımın evine doğru kırdım direksiyonu. Bu ani direksiyon kırmalarıma alışamayan Limon (sarı araba!) çıkardığı ilginç sesleriyle tepkisini ortaya koydu.
Pek muhterem büyük şehir belediyesi yolları Kazmanya Canavarı gibi dişlediğinden tek tek basarak, önümdeki ve arkamdaki sevgili sürücü kardeşlerimle birbirimize incelikli iltifatlarla bulunarak sonunda arkadaşlarımın evine ulaştım. Jetgiller usulü Limon’u (sarı araba!) bir çantaya çevirmeyi çok isterdim. On sekiz yaşından beri araba kullanırım ve çok severim araba kullanmayı. Fena sürücüde sayılmam. En azından hiç kaza yapmadım. Hiçbir canlıya zarar vermedim. Trafikte sinirlerine bastığım sürücü kardeşlerim de beni hoş görürler diye düşünmekteyim. Ama bu yıl bana öyle zül gelmeye başladı ki araba kullanmak. Vitrin bakma modunda yollarda gezinmek ben gibi hareketli bir insana verilecek en büyük cezalardan biri. Yaratıcı bugünlerde beni çok sınıyor. Korkuyorum ayağım kırılacak ve yürüyemeyeceğim diye. Şükür ki uzun süre hiç yatmak zorunda kalmadım. Uyku uyumanın yaşamdan çalınan saatler olduğunu daha çocukken kavramıştım. Öğlen uykusu direnişime kreşteki arkadaşlarımı da dâhil ettiğim için, öğretmenim asi ruhumu törpüleme çalışmalarına başlamıştı. Ama kahraman bir annem vardı. Duruma el koydu. Kreş yaşantım boyunca hiç uyumadım. İşte analar tahtını yapıyor evlatların, bahtını değil. Oysa beni ne doktorlar, ne mühendisler istedi.. Yol boyu beraber ve solo geçişlerle yaşamımızı mırıldandık türkü türkü Limon’la (sarı araba!). Arada bir Poyraz bey (rüzgar!) da bize eşlik etti. Bir saatin sonunda hedefe ulaştık.
Limon’u (sarı araba!) park ettim. Gireceğim apartmana şöyle bir baktım. Huzur apartmanı. Gerçekten yaşamımda en çok özlediğim şey huzur. Sürekli bir yerlere yetişme telaşesi içindeyim. Zamana hükmetmeye çalışıyorum. Merdivenlere yöneldim. Ahmet Haşim’in Merdiveni tutundu dilime. Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenleri, eteklerinde gümüş rengi bir yığın yaprak.. Yirmi iki basamak sonra ellerim zille buluştu. Sanki benim çalmam bekleniyormuş gibi birden kapı açıldı. Kocaman bir kucaklama ve kulağımda patlayan bir ses “Teyze oluyoruz!” derhal içeriye gel diye beni çekiştirdi. Okuldayken de bana böyle yapardı bu Pınar. Allahtan solağım! Sağ kolum bu kızdan davacı. Kolumdan çekilerek salona geldiğimde ağlayan bir kadın ve onun yanında duran bir adam bana bakıyordu. Sadece selam diyebildim. Koltuğa sıkıştım.
Selin hamileyim diye mırıldandı. Mehmet de matematikçi ruhuyla hesap yapmış bunun 500 de 1 ihtimal olduğunu söyledi. Nasıl oldu anlayamadık deyip durdular. Yüzüme bakıyorlardı ikisi de. Şaşkınlık, her şeyi kontrole edebilen bilim adamlarının yerle yeksan olmuş bakışlarıydı bunlar. Gerçek dünyayı laboratuar gibi kullanan iki sersem çocuktu karşımda arkadaşlarım.
Ayağa kalktım. İkinizde asistanlığı bitirip doktora sınavına girmeyecek miydiniz? Yaşam planınız mı değişti dedim şaşkınca. Pınar sırtıma kocaman bir yumruk attı. Ama bu sözlerimi kesmesine izin vermedi. Evli değilsiniz. Sıradan bir öğrencie vinde yaşıyorsunuz. Paranız yok. Dahası Erasmus’la Viyana’ya gidecekken diye sözlerime devam ederken kaderi yönetme, insanı yönetme diye içimden bir ses fısıldadı. Sustum ve oturdum. Daha önemlisi dedim kendimi durduramıyordum antidepresan kullanıyorsun. Herkes yüzüme baktı şaşkınca. Daha geçen gün griptin ve ağır antibiyotik tedavisi aldın. İçki, sigara, kötü beslenme ve uykusuzluk da cabası.
Aslında bunlar bahaneydi ben de biliyordum. Kendilerine bile bakmaktan aciz olan bu insanlar bir bebeğe bakabilecekler miydi? Kendi hayat koşuşturmaları içinde sahiden bir çocuğun elini tutabilecekler miydi? Anne-baba olmak başka bir şeydi. Karşımdaki iki insana belki haksızlık ediyordum ama… Üstelik ağır bir duygudurumu bozukluğu yaşayan 28 yaşındaki bu genç kadın anne olmayı tolere edebilecek miydi? Hastalığı alevlenirse o bebeğe kim bakacaktı? Yaşamı sadece formüllerle biçimlendirilmiş Mehmet mi bakacaktı be bebeğe. Yoksa iki şaşkın arkadaşımın anne ve babaları mı? Onlar bu sorumluluğu üstlenir miydi?
Aklımdan onlarca düşünce konvay halinde geçerken üç haftalık daha dedi Selin mırıltılarla. Bu aralar çok bunaldım. Terapilere de ara verdim. Karaciğer fonksiyon testlerim yüksek çıktı. Antidepresanı kesemeyeceğime göre ben de doğum kontrol hapını içmemeye karar verdim. Sadece iki ay ara vermiştim. Şimdi hamileyim. Ben ki her şeyi kontrol ederdim. Ama bu sefer edemedim. Tek bildiğim bu bebeği istemediğim dedi. Şimdi istemiyorum! Şimdi değil…
İçimden bir şeyler koptu gitti. Üç hafta çok erken bebek alınamaz dedim. Çok küçük! Büyümesi gerek biraz daha. Cellât olmak nasıl bir duygu diye geçti içimden. Yaşamım boyunca bu kadar sert olduğumu hiç anımsamıyorum. Bu bir mucize aslında biliyor musun dedim. Kendiliğinden hamile kalmak ne kadar büyük bir lüks biliyor musunuz. Hepsi birden sustu. Pınar durdu yüzüme baktı sen ki bir bebek için ölürsün söylediklerini duydun mu dedi. Bunlar katil olmaya hazırlanırken sen destek verdin inanamıyorum diye hıçkırıklara boğuldu.
Oysa destek verdiğim falan yoktu. Sadece mevcut durumu yüksek sesle özetledim hepimize. İğrenç bir akademik ortamdasınız. Evli değilsiniz. Paranız yok. Otuzuna yaklaşan kocaman adamlarız ama hala okulda gibiyiz dedim. Mehmet ayağa kalktı şimdi sen gitmeden, bize ne yapmamız gerektiğini söylemelisin dedi. Hiçbir şey söylemek zorunda değilim dedim. Kendi yolunuzu çizin dedim. Ailelerinizle konuşun. Bir kadın doğum uzmanını gidin. Kararınızı kendiniz verin, siz anne ve babasınız dedim.
Kapıya yöneldim kızgınlıkla o sırada Mehmet dedi ki “sen istenen bir gebelik sonucu mu doğdun?” Bu salonda bulunan herkes hasbelkader bir hamilelik sonucu doğmuş. Döndüm gözlerimden alev çıkıyordu hissediyordum. Annem beni kendisi için doğurmuş dedim. Doğumumda babam yokmuş, görevliymiş. Ama bu neyi değiştirir dedim. Ben iyi koşullarda büyütüldüm el bebek, gül bebek. Hepimiz iyi koşullarda büyüdük. İstediğimiz okullarda okuduk. Hayat bize çok iyi davrandı. Şimdi Mehmet bu çocuğun geleceğini garanti altına alabiliyorsan önce zihinsel gelişimini ki ilaç kullanılmış ona göre kararını ver. Yanındaki kadının da sağlığını düşünerek. Sayısını bilmediğim depresif ataklar geçiren ve ciddi tedaviler gören arkadaşımın yüzüne baktım. Baba mısın, değil misin kendin karar ver? Derin bir sessizlik oldu. Ben 5 aylıkken Down’lu diye annesinin karnından söke söke alınan çocuklar gördüm. İstenmediği için terk edilen çocuklar. Sessizlik haykırışlara dönmeye başladı. Keşke trafikte boğulsaydım. Bu bir kabustu. Uyanmaksa gitmekle olacaktı. Kapıyı vurup çıktım.
Sonuç! Ertesi gün doktorlar gezildi. Minicik bir noktaydı ekranda gördüğüm. İçim titredi. Onca şeye rağmen yaşama tutunmuştu. Seçme hakkı denen şey bizden bağımsızdır. Bebek 2 hafta sonra yaşama ayak basmadan cennete gidecek. Anne ve babası da Erasmus bursuyla kendi yollarına.
7 yorum:
Bebeğin eli, yüzü, tombul yanakları ve de kocaman gözleri varsa mı bebektir sadece? Yoksa bebek, doğmasa da bebek midir?
Bir anne; eli, yüzü, tombul yanakları ve de kocaman gözleri varken öldürebiliyorsa bebeğini, kürtaj helâldir.. Bebeğinin kanı helâldir annesine..
2 hafta sonra yaşanacak binlerce katliamdan sadece bir tanesini şimdiden bilmek gerçekten kötü.. O kadar kötü..
-mka-
Bir yerden sonrasına söylenecek pek bir$ey yok sanki.. Durum ortada olduktan sonra fazla da seçenek kalmıyor.. Ya$amadım bilmiyorum, yorum yapmaktan da kaçınmak en mantıklı olan sanırım..
Ama $u ki$iselle$tirme sanatınıza hayran kaldığımı söylemek istedim.. Güzel :)
Mutluluklar diliyorum..
o bebek sadece karında büyümüyor, içinde, yüreğinde büyümesi gerek önce...yine de düşündüm de çok zor bir karar çok ama çok zor...
içim acıdı okurken...Minicik bir bebeğin hayata tutunma çabası verirken hiç haketmediği halde yaşama hakkının elinden alınacağını bilmek çok acı...
Kimsenin buna hakkı olmadığını düşünüyorum...Dünyada çocuk sahibi olmak isteyip olamayan onca insan varken...Böyle bir katliamı gerçekleştirip sonra hiçbir şey olmamış gibi hayata devam etmek çok bencilce geliyor bana...
Doğum ne kadar özel bir şey. Yaşama merhaba deyiş.
Ama seçme özgürlüğü olmadan daha ilk günden anne-baba olma donanıma sahip olmayan kucağına düşen canlar dünyasına merhaba demek ne akdar zor.
Bu yazı sadece bir kurgu değildir. Bir çok yaşamın gözlemi ve kesitidir.
Düştüğüm ikilemi anlatmak adına yazdığım ve çok eleştirildiğim bir yazı olmuştur. Varsın olsun! Yaşamda var olan şeyleri görmezden gelemeyiz ki.
Yürek eken, fikir belirten herkese selamlarımla...
kim kendi tercihiyle geldi ki dünyaya? uzakdoğu felsefesinin inanmayı şiddetle reddettiğim iddiaları, ailemizi ve hayatımız boyunca yaşayacağımız her şeyi ruhumuzun tecrübe edinip üst mertebeye çıkması için seçtiği safsatası.
bu bebek seçme şansı olsaydı gelmezdi zaten dünyaya. o ilaçlar altında başlayan yaşam, annenin ne zaman ve ne şiddette geleceği belirsiz ataklarıyla büyüyecek ve hayatı 2x2 olarak gören uzak babanın sevgisini arayacaktı boş yere. mutsuz ve hasta olacaktı bebek, büyük ihtimalle.
ben o bebek olsaydım ve şansım olsaydı tutunmazdım böyle bir hayata. belki ilk bakışta hoş görünmeyecek okuyanlara ama, öyle bir hayattansa, akıp giderdim.
fikrinize sağlık.
selamlar
yazık...çok yazık...çocukla da hayaller gerçekleşebilir pekala...
Yorum Gönder