Akşam 20:00 sularında ikinci işimden çıkıyorum. Yoğun geçen bir günün içinden geceye doğmak zor. Gece de bunu bildiğinden yavaş yavaş siyaha dönüyor. Gün ile gece arasında sanki sadece bir tek benim şahit olduğum 15-20 dakikalık bir kavuşma sahnesi var. Gün denen filmin en çok bu sahnesine bayılıyorum. İşte bu nedenle 24 saat içinde hep bu anda yaşıyorum.
Bahçeye açılan bir ofisim var.
Bahçeye açılan bir ofisim var.
Her gün iki- üç saatimi bu ofiste geçirmeme karşın en son ne zaman bahçede oturup keyif yaptığımı anımsamıyorum. Süte boğulmuş kahve içmeyi çok özledim. Kolestrolüm tavan yaptığından beri sevdiğim şeyleri yemeye ara verdim. Yok, öyle sabah kahvaltısından bal, kaymak, ceviz ve tulum peyniri. Kahve ve esmerşin çikolata sevdam da baltalandı. Sex and the City’i gördükten sonra 40 yaşımı imgelemeye başladım. Haftada üç sabah yüzüyorum ama bu yeterli değil; aynalardan aldığım referans bu yönde.
Ben aslında başka bir şey anlatacaktım, neler neler yazdım. Konumuza son sürat geri dönelim. İkinci işimden akşam 20:00 sularında çıkıyorum. Kırmızı bir odaya kilitliyorum tüm dertleri. Çantamı alıyorum, içimdeki kırmızı ruhla yola koyuluyorum..
Sokağa ilk çıktığımda ılık bir rüzgâr çarpıyor yüzüme. Sersemletici bir dokunuş bu. Bir tokat gibi patlıyor rüzgâr yüzümde. İşte o anda aklımdaki tüm düşünceler uçup gidiyor. Gündüz yitirdiğim zamanların acısı, geceyi karartıyor. Karatma gecelerinde özgürlüğe yürümek bu. Başka coğrafyalara gitmeden güneş, gün ışığı ile yıkıyorum yüzümü. Saatlerdir kapalıyım. Özgürlük değil mi benimkisi? Azatlı özgürlüğü yaşıyorum. Bak yine konudan konuya sapma davranışları. Azatlı özgürlük ile ilgili yazımı en kısa zamanda okuyacağınızı söyleyerek iş çıkışı sahneme geri dönüyorum.
Dışarı çıktığımda sersem sepet önce çevreme bakıyorum ve nerede olduğumu anlamaya çalışıyorum. Oturmaktan dolayı uyuşmuş ayaklarım, benden davacı olduklarını karıncalanma şeklinde bildiriyorlar. Dudağımda alaycı bir gülümseme. Bu da yeni moda oldu. Bu gülümseme yapıştı kaldı yüzüme. Oysa sadece kendimle alay ediyorum. Kendime gülüyorum. Gözlerim radar gibi tararken etrafı, bir kalabalık çekiyor dikkatimi. Apartman kapısının önünü işgal eden kediler dantel örerek kocasını bekleyen, ah bir de çay olsaydı diye hayıflanan dedikoducu mahalle kadınlarına benziyorlar. Beni gören kedi kalabalığı, alacaklısını görmüş borçlu gibi bir anda sağa sola kaçışıveriyor. Siluetimin bu kadar etkili olduğunu görmek egomu güçlendiriyor. İki basamak inince kaldırımda buluyorum kendimi. Nedense hep dönüp çıktığım apartmanlara bir bakarım. Belki vedalaşırım. Belki emanet ederim bıraktıklarımı. Önümü dönünce başka bir dünyaya adım atmışım hissine kapılırım. Ardımda neler neler bıraktım, diye düşünür müyüm? Cevapsız sorular sormaktan vazgeçmem gerek.. Otuz üç yılın sonunda bunu öğrendim.
Sessiz bir sokak burası. Güneş elini eteğini çekince buralardan daha da yalnızlaşıyor sokak. Yürürken ayak seslerimi duyuyorum. Güneş, usulca benden gidiyor. Geceye karışıyorum.
Unutulmuş bir sokakta yürümek içimi ürpertiyor. Şehrin en hareketli caddelerinden birine açılan bir kapı aslında bu sokak. Işıklı ve hareketli caddenin gölgesi bu kadar sakin demek ki. Dönüp gölgeme bakıyorum. “İçimin dinginliği sen misin?” diye soruyorum.
Yanıt alamıyorum. Yürümeye devam ediyorum. Ayak seslerimi duymayı bıraktığımda çevremdeki tüm seslerin ve görüntülerin hücumuna uğruyorum.
Sağlı sollu apartmanlarca kuşatılmış daracık bir yokuştan aşağı inerek evime doğru gidiyorum. Yol boyu dizilmiş ladin ağaçları ve onların arasına sıkışmış kırmızı güller serenat yapmakta sokağa. Birbirine benzeyen apartmanlar arasında ilerlerken bir ev dikkatimi çekiyor. Fark ediyorum ki hemen her akşam burada bir mola veriyorum. Eve bakıyorum. Sanki evin içine düşecekmişim gibi bakıyorum. Gözetlemek değil benimkisi. Kocaman bir pencerenin içine hapsedilmiş bir dünya var sanki o evin içinde. Beni çeken, büyüleyen bir tını var. O eve baktığımda bedenimin içine hapsedilmiş ruhumu görüyorum. Ev pencereden fırlayıp gözlerimin önüne düşerken, ruhum bedenime köle olmaya devam ediyor. Ruhumun, bedenimden fırlayıp gitmesi an meselesi biliyorum ama anlatamıyorum! Ev, ruhum; pencere, bedenim.. Bu sadece bir anoloji. Saçmalamıyorum
Çok hoş bir ev. Işık hem var, hem yok. Duvarlarda yağlı boya resimler. O kadar çok ki ama nedense bu çokluk beni rahatsız etmiyor. Mavi bir kedi tablosu var. Ona bayılıyorum. İyi ki hiç bakmamışım Kocaman salona bitişik mutfak hemen göze çarpıyor. Geniş salonu ortasından ikiye bölen ahşap masanın üzeri genellikle yemeklerle kuşatılmış oluyor. Tam açlıktan ölme saatlerim olduğundan yemeklere göz atmadan edemiyorum. Aklımda geçiş töreni yapan canımın çektiği her şeyi o sofrada görebiliyorum. Ağzımın suyu akarken, elimde bir parça ekmek olsa da şu evin penceresine bansam diye düşünüyorum. Bir gün apartmandan içeri gireceğim. Bu evin zilini çalacağım. Size ekmek getirdim ben Tanrı misafiriyim diyeceğim. Ajda Pekkan o anda söylemeye başlayacak…
Ben bunları düşünürken ev sahibi usulca perdeyi çeker her seferinde. Dudağımda hınzır bir gülümse evimin yolunu tutarım. Çalarım belki kapısını bu evin bir gün kim bilir. Kul hakkı derim!
Penceresine ekmek bandığım ev! Tülün hiç kapanmasın. Her geçişimde ben, mavi kediyle göz göze geleyim.. Selam verip yoluma devam edeyim..
1 yorum:
Bir gün, yine aklın karışık yürürsen sokaklarda, ve bir sokağın tam ortasında, duvarında bir bez bebek asılı ev görürsen; çekinme, çal kapıyı..
-mka-
Yorum Gönder