Filmler yön verdi dün hayatıma. Cazcı Kardeşler filminden bir sahne tırtıkladı beynimi sonra. "Tanrı’nın verdiği bir görevdeyiz" diyen iki adam silueti gezinip durdu zihnimde. Arabalarının deposunu yeni doldurmuş, ceplerinde yarım paket sigara ve Şikogo ‘ya (İnadına Türkçe yazacağım!) iki yüz elli kilometre varken kendi misyonlarının farkında olan ve bunu yüksek sesle söyleyebilen bu iki adamın siluetini kovamadım zihnimden. Neydi bu adamların görevi diye düşündüm: Büyüdükleri yetimhaneyi kurtarmak için bir konser vermek. Peki benim görevim neydi? Yaratıcının bana verdiği görev neydi? Hiçbir şey bilmiyorum. Hiçbir şey bilmediğini iddia eden birinden daha bilge biri var mıdır? Kendi cehaletimi görmek, şişkin egomun yerle yeksan oluşu ve hiçlik hırkasına talip olmak.. Bak yine ego iş başında. Aşmış akıl mı, şaşmış akıl mı?
Tüm öğretilerimden sıyrılabilir miyim? İnsanların çoğu kültürümüzün bize sunduğu bir çok durumdan habersiz. Bunun ana sebebi tüm öğrenmeleri okula, daha çok üniversiteye bırakmış olmamız. Herkes üniversiteye gitmiyor. Üniversiteye gidenlerin hepsi felsefe dersi almıyor. Felsefe derslerini alanların çoğu bu öğretiyi özümsemiyor. Özümsediğini düşünenlerse şimdi nerede ve ne yapıyor? Bilmiyorum. Kendi hikâyemi kovalıyorum. Bu yazınında bir başlangıç olduğunu biliyorum. Kendimden düştüm, kendime gelmeye çalışıyorum.
Ben canım yanınca giderim. Acıyla temas etmemek için belki. Bu gidişler beni çok yorar. Bu seferde ustalığımı imha ederken acemiliğim, sadece dönüşlerde rastlanan bir suskunluk içindeyim. Başta dedim ya canım yanıyor. Otuz dördü dolandığım şu günlerde öylesine çıkıp gitmek de pek hoş karşılanmıyor. Gökyüzü hüzünlü benim şehrimde bir kaç gündür. Gözyaşlarına yağmur denmiş ve bu yeryüzü için bereket bilinmiş. Ne fark eder. Anlam yüklediğimiz kadar varız. Gökyüzü ağlıyor ya da yağmur yağıyor..
Doğduğum kentin sokakları bugün dar geldi bana. Limon’la (sarı araba!) daha önce hiç girmediğimiz sokakları arşınladık dün. Yol çalışması nedeniyle değiştirilen güzergâhlardan bir zahmet sürücüleri haberdar etmeyen pek sayın belediye sayesinde şehrimin tüm viraneliğiyle yüzleştim. Girdiğim her çukurda kendime sordum "iyi bir hayat nedir?" diye. Bu soruyu ne zaman sorsam başıma bir bela gelir. Varsın geldin. Sorgulanmayan bir hayat yaşamaya değer midir? Sınadığım insan ve/veya Yaratıcı değildir. Sınanan kendimim biliyorum. İmtihan edilirken, imtihan edemem değil mi?

Bu sorunun yanıtı verebilmem için yer merkezli evren görüşümü terk etmem gerek. Çünkü bu görüşte asıl olan benim. Nasıl mı? Fiziksel dünyayı, doğrudan doğruya fiziksel bedenimin merkezinden görüyorum. İşte bu nedenle algıladığım dünyanın merkezi benim. Bu durum herkes için aynıdır. Nasıl mı? Çocuklar ben-merkezli dünyayı gerçeklik kabul ettiklerinde buna benmerkezcilik (egosantrizm) diyoruz. Yetişkinler kendilerini evrenin merkezi olarak gördüklerinde ise mevcut durumu egoizm olarak adlandırıyoruz. Egoizm hayatın ahlaki boyutunun bir kategorisidir. Egoizm bir insanın kendi fiziksel var oluşunu, kendi seçimlerinin öncelikli temeli olarak görmekte ısrarcı olmasıdır. Evrenin merkezi benim. Eşsiz ve biriciğim. İnsanım! Narsizme kayış mı var ne? Yaşam denen tecrübe yolu kısa sürede bize diğer varlıkların bizi sınırlama ve arzularımızı gerçekleştirmemize engel olma gücüne sahip olduklarını öğretir. İşte bu öğretilerle engellenmiş olan ben gibi bireylerde çıkar ve sorar "İyi hayat nedir?"
İyi hayat diye bir şey yoktur!
Sahi bilmediğimi nereden biliyorum?
Black - Wonderful Life
Yükleyen novosibirsk